Menü
  • NE - VARLIK VE HİÇLİK - CEVRİYE DEMİR GÜNEŞ

    26.03.2021 Felsefe özkan gözel, makale, ne varlık hiçlik, cevriye demir güneş

    Ne? sorusu ve Ne! ünleminin öncelliği ekseninde, varlık ve hiçlik üzerine trans-ontolojik bir düşünümün öznenin ormandaki yolculuk metaforuyla gerçekleştirildiği kitapta, Platoncu esinle insanın yalnızca başkalarının düşüncesine odaklanmaktansa kendi düşüncelerine de yönelmesinin doğruluğundan yola çıkılır. Bu felsefi deneme, Nietzsche başta olmak üzere, Heidegger, Levinas ve Sartre felsefelerinin varlık ve hiçlik odaklı sorunlarından yola çıksa da en çok da Özkan Gözel’in kend’oluş’a/özne’ye ilişkin felsefi dertleri ve deneyimiyle buluşturur bizi. Bu deneyim, kendisini bir hakikat olarak dayatma iddiasını taşımasa da hiç değilse dile getirdiklerinin -yine Platoncu düşünüşle- hakikatle ilişkisinde bir sanı olarak dikkate alınmayı talep eder. Okurlar olarak biz, yazarın yüklendiği kend’oluş/özne derdinin seyircisi olmayı bırakıp eş zamanlı olarak kend’oluş maceramızın yollarında/ormanında kayran’larımızı aramaya koyuluruz. Gözel, insanın kend’oluş/özneleşme sürecini Ne-reden geldiysek yine Ora’ya gidiyoruz! sözlerinde içerilen yolculuk metaforuyla şekillendirir. İnsanın kendiliğine doğru olan yolculuğu, sıradan bir olay olmayıp aksine her bir aşaması -başlangıcı, güzergahı, konaklama yerleri ve varış noktası- muammalar ve sürprizlerle dolu yönleriyle anlatılır. Metnin ilham kaynağı, Nietzsche’nin Dionysos Dithrambosları’ndaki Zerdüşt’ün kendiliğe ilişkin betimlemeleridir. Yazar, insanın kendilik yolculuğunun Zerdüşt’teki gibi Hiçten gelip hiçe gitmek ve Heidegger’deki gibi ölüme/hiç’e doğru gitmek anlamlarını içermediğini temellendirmeye çalışır. Kitapta kend’oluş yolculuğu, bireyin karşı karşıya kaldığı saçma, beyhudelik gibi varoluşsal hislerin dışında onu teselli eden ve bir umuda doğru taşıyan sürecin olumlu çağrışımlarıyla birlikte düşünülür. Zira yazara göre insanın bu dünyadaki kend’oluş yolculuğu, geldiği ve özlediği yere doğru olan bir yolculuktur. İnsan bu dünyada sadece bir süreliğine konaklayan bir konuk olarak bulunmaktadır yoksa yeryüzüne bitimsizce sürgün edilmiş değildir. Muammalarla dolu kend’oluş yolculuğunda gizem ve sürprizler, insanın Başka’ya, Başka olana açık oluşu anlamı taşıdığı gibi özneyi kendi üzerine kapanmaktan ve donuklaşıp monadlaşmaktan koruyan/alıkoyan rolüyle de ele alınmaktadır. Bu açılma, durağanlığın ötesine geçme “kendi’ndeki başkaya”, “başka bir kendi”ye ve giderek “başka olarak başkaya” yani öte’ye açılma olarak anlamlandırılır. Kitapta kend’oluş yolculuğunun kendine doğru durmaksızın akıp çağlayan bir nehre benzetildiği ve kendi’yi pür ve pak eden bir işlevi olduğu da söylenebilir. Ne-reden geldiysek yine O-ra’ya gidiyoruz! temel savı, Nietzsche’de öznenin Hiçten gelip hiçe gitmek şeklindeki yolculuğuyla/yorumuyla karşıtlığı içerisinde ele alınır. Gözel, öznenin kend’oluş macerasını hiç ile olan ilişkisi içerisinde ele almakta, ancak zihnindeki kend’oluş sürecini Nietzschevari bir hiç’lik anlayışına yakın tutmadığına dikkat çekmektedir. Dolayısıyla Batı felsefe tarihini sarsan Nietzshe bu metinde, Zerdüşt figüründen hareketle hem bizzat Zerdüşt olarak hem de kend’oluş sürecini bizzat kendi yaşantısında somutlaştıran bir özne olarak öne çıkarılır. Nihil’e gömülü, hastalıklı modern bireyin karşısına, onu bu hastalıktan kurtaracak bir çare/panzehir olarak La süpürgesini çıkarır yazar. Bu süpürge kendini kendinden boşaltmanın, arındırmanın aracı olarak işlev görür. Kendi’nin macerası esasında bir hiçleme deneyimi olarak karşımıza çıkmakta ve hiçleyerek yol almanın adeta “kendiyle güreşe durmak” olduğuna işaret edilmektedir. Bireyin kendiyle güreşi, herhangi bir rakibi değil, bizzat kendini alt etme çabası olarak düşünülür. Kendi’yle tuttuğu güreşte herkes’te yok olmaktan kaygı duyan kendi, bu güreşte hiçkes/kimse olma olanağına kavuşmaktadır. Kend’olma’nın aracı olarak La süpürgesi, kendini süpüre süpüre kendine giden yolun açılması işlevini görmekte, masallardaki gibi bizi sadece uzak diyarlara taşımamakta, bilakis insanı varlığın öte’sine, Başka olana doğru götürmektedir. Kend’oluş yolculuğundaki kendini süpürüş edimi, bu dünyanın dışına taşma, taşırılma edimi olarak görülür. Yazar tarafından bizzat içkinlikten öte’ye/dışsallığa doğru bir yolculuk olarak dile getirilen kend’oluş serüveni aynı zamanda ölüme doğru bir yolculuktur. Bu anlamda kend’oluş macerası bir bakıma ölmeden evvel ölmek şeklindeki zorlu mistik/metafizik bir alıştırmaya da dönüşmüş olur. Kitabı başından sonuna kat eden Ne sözcüğü ise varlık ve hiçlik’in aynı zamanda da kendi’nin varolma koşulu olarak karşımıza çıkarılır. İlksel neden olan ve hem bir düşünüme yani Ne? sorusuna hem de bir yaşantıya/yaşama/hayrete düşme belirtisine işaret eden ünlem olarak Ne! her şeye olduğu gibi hiçlik’e de yegane anlamını katan şey olarak sunulur bize. Berisi/başlangıcı olmayan bir muamma olarak Ne, dile/söze döküldüğünde bir soruya (Ne?), kalbe ya da gönül’e erişebildiğinde ise bir ünleme (Ne!) dönüşmektedir. Her iki anlamıyla Ne’nin muhatabı sadece kendi olmaktadır. Nietzsche’nin iki hiç (Hiç’ten gelip hiç’e gitme) fikrini aşmaya çalışan Gözel, kaynağını Ne’de bulan hiç’ten hareketle kend’oluşun gizlerle dolu orman yolculuğunu tasvir etmeye koyulur. Yazara göre kendi’nin macerası Batı felsefesinin ve varoluşçu bakışın bilindik terimleriyle bu dünyaya fırlatılmış, atılmış, terkedilmiş, bırakılmış bir insanı değil, aksine bu dünyaya/varlığa konulmuş insanın dünya ile sınırlı olmayan, varlıktan Başka’ya doğru olan yolculuğunu konu edinir. İnsanların bu dünyaya konulmuş olmaları, onların bir başına olmadıklarını diğerleriyle birlikte yaşayan özneler olduklarına işarettir. Dolayısıyla öznelerarasılık her bir öznenin yazgısı olarak ele alınır. Yazar buradan hareketle herbirimizin bir diğerine komşu olduğu fikrini dile getirir ve komşuluğun ön koşulunun bireylerin birbirleriyle konuşması olduğunun altını çizer. Böylece komşuluk birlikte olmanın bir tarzı veya bir kipi olarak düşünülür. Kendi’nin yolculuğu Heidegger’de olduğu gibi burada olmakla, varlığa kayıtlı olmakla sınırlı tutulmayıp, kendini La süpürgesiyle aşındırarak/süpürerek, kendiyle güreşerek öte’ye (aşkın olana) taşıyan olumsallıklarıyla ele alınır. Nihayetinde ölümle sonuçlanacak olan bu yolculuğun bir hiç’e doğru olmadığını, hiç’e dahi (dile/söze getirildiği andan itibaren) hiç olan anlamında başkaca bir varlık atfeden Ne’ye, öte’ye doğru olduğu anlatılır. Hiç dahi Ne’den ayrı düşünülememekte ve anlamını Ne’de bulmaktadır. Gözel, Nietzsche ve Heidegger’in kestirmeden giderek adeta üstünü örtüp mühürlediklerini düşündüğü iki hiç sorununu eşeleyerek onların koyduğu mührü bozma çabasını üstlenir. İki filozofun da durağanlaştırdığını düşündüğü hiç sandığının tozunu silerek mührü bozmaya koyulur. Gözel’in kend’oluşun hiç’ten ziyade onun berisinde ve ötesinde gördüğü Ne ile ilişkisi, 20.yüzyıla yeni metafizik anlayışıyla damgasını vuran Levinas’ın aşkınlığa/başkalığa ilişkin fikirlerinden de beslenir. Levinas’ın özne’yi Başkası ve Başka dolayımıyla ela alan yaklaşımı, kendilik sürecindeki özneyi Başkasıyla ilişkiden koparmadan ele alır. Ancak Gözel, Levinas’ın Başkasını, Başka’yı ben için mutlaklaştıran yaklaşımından ziyade Başkasını ve Başka’yı kend’oluşun temel yapı taşlarından ya da uğraklarından birisi olarak görür. Özne olmayı ya da kend’olmayı anlamlı ve mümkün kılan yegâne unsur olan Ne, öznenin başına gelen olay ile ilişkisinde ortaya konur. Öznenin başına gelen olay, onu baştan aşağı bir güzel dönüştürecek, zaman zaman veya çoğu zaman mutsuz edip güçten düşürecek bir etkiye sahiptir. Gözel’e göre her birimizin maceralı kend’olma yolculuğu; “aşk gibi, travma gibi, savaş gibi, deprem gibi ve salgın hastalık gibi ya da sevdiğini kaybetmek gibi bir olay” ile başlamaktadır. Özne ansızın olay’ın hem insanı kendinden geçirip coşturan hem de onu durgunlaştırıp kahreden/kedere sürükleyen yönüyle karşı karşıya kalmaktadır. Olay’ın etkisi, Levinas’ın Zaman ve Başka’da ölümü anlatırken dile getirdiği, öznenin gücünü, iktidarını ve güce sahip olma yetisini kaybetmesine neden olan ölüm olay’ında olduğu türdendir. Olay başımıza geldiğinde ona ilişkin hiçbir fikrimiz yoktur, burada tamamen bizim için başka olan bir şeyle ilişkideyizdir. Ancak burada olay’ın Levinasçı anlamını ardında bırakarak kend’oluşu tetikleyen beklenmedik oluşturucu etkisi belirgin kılınmaya çalışılır. Yazara göre burada bulunuşumuz, dünyada oluşumuz yani varlıktaki yerimiz olay’ın etkisiyle sorgulanır ve daha da dikkate değer hale gelir. Olay’da, insanın varlıktaki yerine ilişkin farkına varma, varlığın berisine ve öte’sine geçme hamlesi saklıdır. Olay, öznenin düşünümünü başlatır ve bu düşünüm onu varlığı katetmeye, onun ötesi’ne geçmeye çağırır. Kısaca Ne kendisini olay ile ifşa eder ve yine olay aracılığıyla öznenin kendisiyle ilişkisini, ondaki temelini açığa vurur. “Olay olmadan açılmayan kalpler/özneler olduğu gibi, olay olduğunda bile ona sağır ve kör olan kalpler/özneler de vardır.” Olay herkeste aynı dönüştürücü etkiyi yapmasa da kend’oluş macerasına yönelen insanın varoluşunu sarsarak dönüştüren bir etkiye sahiptir. Özne, Ne’nin varlığı aşan gizini taşıyan bir imkân olarak ve Ne’liği dikkate alındığında varlığa sığmayan, varlığa fazla bir varolan olarak karşımıza çıkar. Öznenin varlığa sığmama, onu aşabilme ya da ondan taşabilme olasılığı bir fazilet/erdem olarak kabul edilir; bu fazilet sayesinde özne, varlığın berisi’ne ve öte’sine gidebilir ve bu surette kendi “yaratılmışlık koşulunu keşfedebilir.” Bu keşif yoluyla müstesna/biricik bir varolan olarak özne, varlığının ya da burada bulunuşunun sonluluğunu idrak edip kendini sonsuza açılmış olarak bulur. Varlık’ta sığıntı gibi olan özne Nere’den geldiyse yine Ora’ya giden! kend’oluş macerasında sonsuza ancak varlığı katederek açılabilmektedir. Özne varlıkta konuk, sığıntı olarak, varlık da adeta sığınak, konaklama yeri olarak düşünülmektedir. Burada yazarın Nietzsche’nin iki hiç arasında şaşkın ve naçar bir şekilde kendine ve/veya varlığa takılı kalmış özne tasavvuruna karşı (beri’si ve öte’siyle) aslen Ne ile, dolayısıyla sonsuz ile irtibatlı ucu açık bir öz-ne tasavvuruyla çıktığını görmekteyiz. Bu dünyada misafir olan özne beri ile öte arasında, kendi ma-hiyetini bu demektir ki ne-liğini aramakta ve ancak arayarak kend’olabilmektedir. Varlık’ın özneye dar gelmesi, aynı zamanda öznenin varlığın dışına çıkma arzusunun da işaretidir. Her ne kadar varlık özneye dar gelse de dünyadaki bulunuşu özne için anlamlı bir bulunuştur, bu bulunuşun öteye doğru bir hamlesi olmakla birlikte dünyayı çekip çeviren, dönüştüren bir yönü de vardır. Kend’oluş macerası sosyallikten dışlanmış bir macera değil bilakis sosyal ilişkiyle sınanmış, doğrulanmış bir maceradır. İnsanın kend’oluş sürecinde ölüm ve ölüm sonrası fikrinin kurucu etkisini göz önüne alan yazar, ölüm-den-sonrası’nın “bir olasılık suretinde dahi olsa özneye etkisi bakımından” hesaba katılması gerektiğini ileri sürer. Çünkü ölüm ve sonrası esasen “beklenti”, “arzu”, “umut” ve “korku” kiplerinde özlem olarak zaten yaşanmaktadır. Heidegger’de olduğu gibi insanlar ölümü, “ölüme-doğru-olma” anlamında daha şimdiden yaşamaktadır. Özne “ara-da var-olan” olarak yani “dünyada olan olarak”, bir yanıyla geldiği yere diğer yanıyla özlediği yere doğru olarak tasavvur edilmektedir. Tam da bu noktada Heidegger’e yönelik ciddi bir eleştiri gündeme gelir; yazara göre Heidegger ölümün, belirsiz de olsa bir olasılığı barındıran muamma karakterini yok sayarcasına hiçlik (Nichts) olarak mühürleyip bırakır. Oysaki ölüm bahsi fenomenolojinin dar alanıyla sınırlı tutulmayıp aşılmalıdır. Heidegger’in deneyim ötesi bir alan olan “ölüm ve sonrası”nı hiçlik olarak adlandırmasıyla bir sınır aşımını gerçekleştirdiği ve kaçınılmaz olarak fenomenolojiden metafiziğe kaydığını belirten Gözel, Heidegger’in izini sürerek fenomenolojinin sınırlarını bir nebze de olsa aşındırarak ölüm’ün salt olarak hiçlik değil de, hiç-olma olduğunu düşünmeyi denediğini vurgular ve bu fikrini, başka bir kipte de olsa “ölerek hiç-olmak, her şeye rağmen olma’ya devam etmektir” sözleriyle temellendirir. Bu temellendirme “olma”nın anlamını “dünya-da-oluş”la sınırlı tutmayıp, beri ile öte’ye doğru genişletmektedir. Yazar, Heidegger’in ölüm düşüncesindeki öte’ye doğru olmanın imkanının hiç olarak ortaya konulması karşısına, hiç’in “olma” anlamına doğru genişletilebileceğini ileri sürmekte ve ölümü hiçlik olarak değil de “hiç olarak bir şey olma” şeklinde düşünmenin olanağını aramaktadır. Ölüm ve sonrası öznenin kend’oluş macerasını etkilemekte ve umut ile korku duyguları arasındaki gerilimde/salınımda bu hayatı dönüşüme uğratabilmektedir. Dolayısıyla özneyi hem geçmişi hem geleceği açısından bu kadar etkisi altına alan ölümün hiçlik olarak düşünülmesi bir eksiklik olarak görülmektedir. Zira şimdi’de olan özne, geçmişinden olduğu kadar, umutla veya korkuyla yaklaştığı gelecekten de derinlemesine etkilenmektedir. Bireyin kendilik süreci, sonsuzluğu da imlemektedir. Sonsuzluğun öznedeki görünümü “arzu, beklenti, umut ve korku” gibi çeşitli kiplerde özlem olarak açığa çıkmaktadır. Yazar insana özgü temel bir duygulanım olan özlemi, özlemeyi gündelik/beşeri anlamıyla sınırlı tutmayıp onu metafizik anlamda öznenin sonsuza özlemi olarak anlamlandırmaktadır. Özleme özneyi belirleyen temel bir halet-i ruhiye/duygulanım olarak öylesine güçlüdür ki Heideggerci anlamıyla kaygı (Sorge) bile temelini orada bulmaktadır. Kend’oluşu derinden harekete geçiren, onun kendi’yle ve Başka’yla ilişkisini koşullandıran işte bu özlemdir, özlemedir. Gözel bunu uçmağa özlem aynı zamanda sonsuza özlem ya da sonsuz’u özleme olarak tarif eder. Öznenin özleme ile karakterize edilen kendinden kendine doğru olan yolculuğu bu sefer aynı kendi’ye değil yeni bir kendi’ye doğrudur. Yeni bir kendi’ye yol açan sonsuza özlem duygusu, öznenin ölüm ve sonrasının bilinmezleriyle dolu olan yolcuğunda, özne için hiç’in anlamını dönüştüren bir anlama sahiptir. Kendine doğru yeni bir sefere çıkış olarak tasvir edilen özneleşme sürecinde özne, kendinden hareketle yeniden ama bu sefer yeni bir kendi’ye doğru yola koyulur. Bir sefere çıkma olarak tasvir edilen özneleşme yolculuğunda özne zamansallığıyla birlikte düşünülür, bu süreç tözsel, aynılaştırıcı, kendini olumlayıcı, kendine doğru bir kapanımı değil tersine kendine doğru bir açıklığın tasavvuru olarak görülür. İşte öznenin kendine açıklığı, muammalarla dolu olan orman yolculuğunda kendini yeniden inşa etmesinin yolunu açar. Orman, kendine doğru yolculuğa çıkmış olan özneyi bilinmezlikleriyle, çetrefilli görünümüyle ve çıkmazlarıyla kıskıvrak etkisi altına alsa da yine de Gözel’in de belirttiği şekliyle yolcuyu kayranlara (ormanda birdenbire beliriveren açıklık) da götürebilir. Kayran’ın ormanda olduğumuz hissini yıkan açıklığı, ormanın dışarısı hissini verdiği için öznenin kendiyle yeni bir karşılaşmasının olanağı olarak görülür. Kend’oluş deneyimi, ormanda yapılan yolculuk misali içkinliğin bağrındaki bir dışsallık yani bir aşkınlık deneyimi olarak görülür. Sonuç olarak kitapta varlığa sığmayan, içsıkıntısında boğulan insanın varlıktan taşan özne olma yolculuğu, umut ile korku arasındaki salınımda ele alınır. Bu düşünüşün ardında ölüme ve varlığa ilişkin hiç odaklı bakışın dönüştürülmesi inancının yattığı söylenebilir. Zira yazar öznenin özünü arama yolculuğunu aynı zamanda öte’yi felsefeye yeniden buyur etmenin yolculuğu olarak görmektedir. Kaynak: Beytulhikme

    Devamını Oku
  • İŞİ BAŞA DÜŞEN, DÜŞÜNMEK ZORUNDA

    22.03.2021 Felsefe özkan gözel, makale, yağız gönüler

    İşi başa düşen, düşünmek zorunda Yağız Gönüler "Kolay elde edilmiş bir saadet mi, yoksa insanı yücelten ıstırap mı daha iyidir? Evet, hangisi daha iyi?" - Dostoyevski, Karamazof Kardeşler "Omlet yemek istiyoruz, lakin yumurtaların kırılmasına da gönlümüz razı değil. Olacak iş mi bu?" - İsmet Özel, Taşları Yemek Yasak Adamın biri Nasreddin Hoca yolda yürürken, ona takılmak niyetiyle yanına yaklaşır. "Hocam selamunaleyküm, az evvel bir tepsi baklava buradan geçti, gördünüz mü?" diye sorar. Hoca "Bana ne?" der. Adam biraz da kızdırmak istercesine "Ama hocam sizin eve doğru gidiyordu!" der. Hoca bu kez de "Sana ne?" der. Bu nefis fıkra, insanın malayaniye karşı göstermesi gereken tavrı işaret ediyor. Hoca, kendisini ilgilendirmeyen bir konu için 'bana ne tavrı'nı ortaya koyuyor. Kendisini ilgilendiren fakat başkasını ilgilendirmeyen bir konu için ise devreye öğreticilik (irşad) vasfını kullanarak 'sana ne tavrı'nı öğütlüyor: seni ilgilendirmeyen işlerle uğraşma, dedikodu üretme, kendine bak... Özkan Gözel'in Ketebe Yayınları tarafından Nisan 2018'de neşredilen düşünce kitabı Kendi İçine Düşmek, insanın kendiyle ilgilenmeyi göze almadan düşünmeyi de göze alamayacağını, böylece tatminsiz, meşgalesiz, anlamsız bir hayat yaşayacağını teferruatıyla anlatan bir çalışma. Çalışmanın belki de en esaslı derdi, bizi oyun ve oyalanmaya sürükleyen, hatta bağımlı kılan malayani çağına karşı bir çığlık olması. "İçinde yaşadığımız işbu Malayani Çağı’nın biz çağdaşlara yaptığı asıl fenalık şu belki de: Biz ilgimizi celbe matuf onca ayartıcı mevzu arasında kendimizle ilgilenmeye, kendimize ihtimam göstermeye bir türlü fırsat bulamıyoruz, sonuç olarak da kendimizi unutma talihsizliğine uğruyoruz. Oysa malayaniye yol açan ortamları terk ederek kendimizle baş başa kalmaya çalışmalı değil miyiz?" Dört bölümü var kitabın. İlk bölümde gündelik hayatın telaşesinde, bizi kendimizle ilgilenmekten alıkoyan mevzular dile getiriliyor Gözel tarafından. Geniş asırlara uzanan bir sohbet toplumu olmamıza rağmen günümüzde sohbet toplulukları bir yana, gerçekten sohbet edilecek bir kimseyi bulabilmenin neden zorlaştığı analiz ediliyor. İç âlemimizi işgal eden en önemli mesele hiç şüphesiz teknolojinin hayatımıza taarruz etmesi. Cep telefonları günün büyük bir bölümünü yutarken, televizyonlardan üzerimize dertsiz ve düşüncesiz programlar fırlıyor. Bir kelimenin üzerinde özellikle duruyor Gözel: Teemmül. İyice, etraflıca düşünme anlamına gelen teemmül yerine bakıp geçmeyi, bastırmayı ve dolayısıyla hiç anlamamayı tercih ediyoruz. Anlamak istemiyoruz. Dinlemek istemiyoruz. Bu durumda bütün söylediklerimiz egomuzdan birer damla olarak süzülüyor. Hâliyle birbirimizden bir farkımız kalmıyor, sürüleşiyoruz. Dostluklar gittikçe alışveriş ve yalan üzerine kuruluyor. Bu da mecburi yalnızlıklar yaşanmasına sebep oluyor. Oysa şahsiyet inşası için zaman, çok büyük bir nimet. "Yakaladıkları hemen her fırsatta internete, sosyal medyaya dalanlar ve orada dalgın ve şaşkın dolaşanlar kendileriyle baş başa kalmayı beceremeyen, dahası böyle bir şeyi arzu da etmeyen insanlar sanki. Bu denli kendilerinden kaçtıklarına göre, kendileriyle baş başa kalmak sıkıyor ya da ürkütüyor olmalı onları. Sosyal medya onların kendileriyle kendileri arasında bir ayraç işlevi görüyor yani onları kendilerinden uzaklaştırarak onlara kendilerini unutturuyor mütemadiyen. Malayaninin ve onun bir bileşeni olarak oyunun-oyalanma'nın işlevi ikilidir aslında: Kişiden zamanını çalmak ve ona kendini unutturmak." İkinci bölümde sanat ve hakikat üzerine düşünüyor Özkan Gözel. Sanatın geçmiş çağlardan itibaren hakikatle olan temasının, günümüze geldikçe nasıl örselendiğini anlatıyor. Din, aşk ve sanat; yeryüzüne tutunmanın yollarıydı bir zamanlar. Nasıl oldu da ilk ikisi iyice perdelendi ve bu üçlü yalan, dolan, sanat olarak güncellendi, bunda insanın oynadığı rol neydi, derinlikli yazılarla irdeleniyor. Üçüncü bölümde, kitabın başından itibaren kurgulanmış hissiyatı veren bir içselleşme var. "İnsan kendi içine düşünce ne olur? Bu, onda içsellik diye, iç âlem diye ya da gönül dünyası diye bir şeyin uç vermesine neden olur." diyor Gözel ve şöyle devam ediyor: "İç âlemimiz asıl evimizdir bizim, biz asıl orada yaşarız. Oradan dünyayla ve diğer insanlarla ilişki kurarız. Orası ruhumuzun üssüdür bir nevi. İnsan demek; bir iç âleme, bir gönül dünyasına, bir içselliğe sahip olan varlık demektir." Kendi ile ilgilenmek meselesi Özkan Gözel için oldukça hassas, kritik ve önemli. İstiyor ki okur da bunu dert edinsin ve kendiyle ilgilensin. Aksi hâlde malayani onu da tesiri altına alacak, şahsiyetini hırpalayacak, gönlünü örseleyecek, hakikatle arasındaki perdeleri duvara döndürecek, kalp kararacak ve nihayet insan, eşref-i mahlûk olduğunu unutacak. "İnsanların çoğu insan sûretine sahiptirler fakat mânâları itibarıyla insan değildirler. Hiç şüphe etmeyesin ki bu böyledir. Çoğu hakikatte eşek ve öküz ve kurt ve kaplan ve yılan ve akrepdirler. Her şehirde sûreti ve mânâsı insan olan sayılı kimse vardır." der Ahmed Avni Konuk. Özkan Gözel'in şu cümleleri meseleyi daha anlaşılabilir kılacaktır: "Kendimiz kendimize emanetiz. Kendimiz sahip olduğumuz bir şey olmaktan ziyade 'olduğumuz' bir şeydir. Kendimiz bize en yakın şey olmakla birlikte, çoğu zaman bize en uzak şey olabiliyor. Onu unuttuğumuzda ya da ihmal ettiğimizde, o bize en uzak şey oluyor. Kendini unutan insanın kendine gelmesi ve kendi olması gerekir ki u da ancak sahici bir varoluşa kavuşmasıyla mümkündür. Bunun için varoluşunu edinmeli ve bu varoluşu ile uğraşmalıdır insan." Herkes ve Hiçkes başlığına sahip olan dördüncü bölüm, kitabın en sevdiğim metinlerini barındırıyor. Özkan Gözel burada felsefeyle tasavvufu bir araya getirmiş. Amacı onları yakınlaştırmak ya da uzaklaştırmak değil, insan denen canlının hakikat arayışındaki benzerlikler yahut farklılıklar. İşte buradan çok zengin şeyler çıkıyor. Bir yanda Cüneyd-i Bağdâdî, Bâyezîd-i Bistâmî, Ebû’l-Hasan Harakânî, Ebû Bekir Şiblî, Abdülkâdir-i Geylânî, İmâm-ı Rabbânî. Diğer yanda Rene Descartes, Maurice Blondel, Martin Heidegger, Emmanuel Levinas, Ludwig Wittgenstein, MichelFoucault. Özkan Gözel burada mutasavvıfların şathiye geleneğinden vahdet-i vücud ve vahdet-i şuhud farklılıklarına, filozoflarla velîlerin hakikat arayışında tercih ettikleri yollara, kendini ortadan kaldırarak ulaşılabilecek manevi hâllere dek birçok konuda öz yorumlarda bulunuyor. Bu bölümdeki karşılaştırmalı okuma yapma imkânı, okura lezzet verecektir. "Abdülkâdir-i Geylânî'nin El-Fet-hu'r-Rabbânî'deki şu sözlerinde de rastlarız: "Bir kimse veliliğin en üst derecesine yükselip kutup olunca bütün insanların yükünü taşır." Dostoyevski de KaramazovKardeşler'de şöyle demektedir: "Her birimiz, herkesin önünde herkese karşı suçluyuz ve ben diğerlerinden daha fazla suçluyum." Öte yandan, Levinas Autrementqu'etre'de "Her şeyden ve herkesten sorumlu olan etik özne tüme evrenin yükünü omuzlarında taşır" demektedir. Ve Saint Exupery'nin Savaş Pilotu'nda: "Herkes herkesten sorumludur. Herkes tek başına sorumludur.. Her insan bütün insanların yükünü omuzlarında taşır." ifadesi geçmektedir. Başkasının-yerinde-olma, kendini başkasının sorumluluğunu üstlenmiş olarak bulma, başkasından dolayı ve başkası için ıstırap ve çile çekme etik (ve tasavvufi) özneliğin temel bir hususiyeti olarak temayüz etmektedir görüldüğü üzere." Mevcut hâlden memnun olmayan kişi, kendi içine düşer. Kendi içine düşen; kendiyle ve dünyayla olan ilişkisini gözden geçirmek için düşünme yolculuğuna çıkar. Aşkın olanla teması sağladığı ölçüde huzur bulur. İşi başa düşen, düşünmek zorunda. Hayattaki bükülmeler, kırılmalar, yorulmalar ancak böyle aşılıyor. Özkan Gözel, Kendi İçine Düşmek'te huzursuzluktan çıkmak üzerine huzursuzluk çıkarıyor. Mevcut durumu değiştirmeye önce kendinden başla diyor, sonra kendini unut... Yağız Gönüler Kaynak: Ruhuna Kitap

    Devamını Oku
  • ÖTE ÜZERİNE BİR FELSEFÎ RİSÂLE: NE – VARLIK VE HİÇLİK

    11.09.2020 Felsefe özkan gözel, makaleler,

    ÖTE ÜZERİNE BİR FELSEFÎ RİSÂLE: NE – VARLIK VE HİÇLİK “Konuşacak şeyi olmayanlar komşu olamaz.”Bu yargı aynı konuşma etrafında toplanabilen insanları komşu sayan ve komşuluk olgusu üzerinden bir özneler arası yakınlık tesis eden bir ifadedir. Yazımızda değerlendirmeye çalışacağımız Ne-Varlık ve Hiçlik adlı eserinde Özkan Gözel karşılıklı konuşma ve bunun bir başka biçimi olarak okuma-yazma edimini bir komşuluk kurmaya benzetiyor. Bu kitap dünyaya konulmuş olan, seyr-ü sefer halinde olduğunun farkında olan insanlar arası bir karşılıklı konuşma olarak yazılmış. Yazar bize bir varoluşsal yol refakati, bu yolda konduğumuz/konakladığımız yerde bir komşuluk teklif eder bir dil kuruyor. Bu teklifte karşılıklı konuşmanın ön şartı özne olmak iken, özne bu dünyada ‘konmuş/konulmuş’ olma idrakindeki insan olarak önümüze konuyor. Yazar hitabın etrafında toplanabilmemizin yeter şartını ise ‘konuşabilmek’ s-öze, yani kendini ifşa eden öze muhatap olmamız olarak tesis ediyor. Böylece bize bu kitaptaki konuşmanın ‘konmuş/konulmuş’ olma idrakinde olmayana bir şey ifade etmeyeceğini de ima etmiş oluyor. Diğer yandan özne olmanın ve s-öz’ün gereği olarak belirlenen bu ‘konmuş/konulmuş’ olma durumunun statik bir durum olmadığını, yazarın “Ne-re’den geldiysek O-ra’ya gidiyoruz!” diyerek bir ‘yolculuk’ vurgusu yapmasından anlıyoruz. Bu ‘Ne’ bir ‘hiç’ ifadesi değil, yani Gözel “Hiç’ten gelip hiç’e gidiyoruz!” diyerek nazarı nihilizme döndüren bir yargıda bulunmuyor. Ona göre ‘Ne’ hiçten ziyade bir bilinmezliğin, rasyonel akılla ve bilgiyle erişilmezliğin ifadesi gibi gözüküyor. Bu nedenle o ‘muamma’ ifadesini ‘hiç’e yeğliyor. Ancak matematik dilin X ifadesine benzer bir bilinmeyene dönük bir dairesel yolculuk vurgusu yapıyor ve sanki “Ne-den (X’den) geldik dönüşümüz de Ne’ye (X’e)dir” demiş oluyor. Ancak Gözel bu kitapta özneye ilişkin varoluş durumunu matematiksel dille ya da “Allah’tan geldik yine O’na döneceğiz.” biçiminde teolojik bir ifadeyle anlatmıyor. Ancak yazar metafiziğin öz malı olan ‘Ne’ sözcüğünü seçerek hem esere konu olarak başlangıç ve sonunu ‘Ne’nin belirlediği bir ‘yolculuk’ mefhumuna değineceğine hem de yöntem olarak bu yolculuğun metafizik bakışla yürütüleceğine işaret etmiş oluyor.Yolculuk kavramı, öncelikle öznenin ‘dünyada olma’ durumuna vurgu yapıyor. Bu durum yazarın dilinde ‘geçici ikamet’ olarak belirlenmiş ve zamanın içinden geçmek, mekânda bir yer işgal etmek, zamanın ipine ilmik atmak ve böylece akışı kesintiye uğratmak gibi özne olmaya vurgu yapan betimlemelerle açıklanmış. Yazarın anlatıyı kurarken, Heidegger felsefesinde yer alan ‘dünyada olmak’ kavramını baz alsa da Heidegger’de insanın dünyadaki varoluşunu ifade eden ‘fırlatılmışlık’ durumunun yerini ‘konulmuşluk’la değiştirdiğini görmekteyiz. Yazar tesadüfilik, rastgelelik, başıboşluk, terk edilmişlik gibi anlamlara gönderimde bulunan fırlatılmışlığın aksine, anlamlılık, gayelilik ve gözlem/gözetim altında oluş gibi anlamlara gönderimde bulunan ‘konulmuşluk’ ifadesini tercih ediyor. Yine ‘dünyada olma’nın gayesini açıklanırken Heidegger’in ‘olmaya bırakılmışlık’ kavramına başvurulduğunu görmekteyiz. Kitap bize dünyada var olmamızın ‘olalım diye’ vukû bulduğunu ve ‘olma’nın ethosunun da komşuluktan yani ‘öteki’ ile ilişkiden geçtiğini belirtiyor. Bu olma sürecinde öznenin yolu, kendine varmadan başka insana, ötekine, Gözel’in ifadesiyle öz-den çok da başka olmayan öz-geye uğruyor ve onun etkileşiminden, aynasından, dolayımından geçerek kendine dönüyor. Yani ötede buluşmak her bir özne için dönüştürücü, ‘oldurucu’ bir dinamik ilişkiyi ifade ediyor. Böylece zımnen özün ve özgenin aynı özden olduğu da imlenmiş oluyor. Ayette denildiği gibi “Sizi tek bir nefsten yarattım. Ondan da eşini… ve ondan pek çok erkek ve kadın…” Yazar bu şekilde alışıldık öteki terimini özge terimiyle yer değiştirerek iki hamle yapıyor: Birincisi zihnimizi felsefi açıdan modern özne felsefesinin özneyi monad olarak gören ve ötekiyle iletişimini de bir çeşit çatışma yahut en iyimser haliyle yabancılaşma olarak gören perspektifinden kurtarıyor, ikincisi tasavvufî açıdan özneler arası zeminin çokluğunu bir öze rücu ettirmiş yanî çokluğu birlemiş oluyor. Komşuluk kavramını ise ‘konuşma, konuşabilme, karşılıklı söyleşebilme, anlayabilme/anlaşabilme’ içerikleriyle betimliyor. Olmanın etik şartı, dünyada olan diğer varlıklarla ilişki zeminimizi anlayabilme, anlatabilme, anlaşabilme olarak belirlenince, dünyada olmamızın bir yönüyle ethosu gerçekleşmiş, diğer yönüyle anlamına erişilmiş oluyor.Yazar öncelikle öznenin ‘öte’yle ilişkisi üzerinde duruyor. Öte, Gözel’in betimlemelerinden anladığımız kadarıyla her şeyi aşan/aşkın, kavranabilenin üzerinde bulunan, aynı zamanda özneye içkin olan bir kavram. Bu ‘öte’ betimlemesi, bizim duyulur, hayal edilir, kavranılır varlığımızın berisinin ve var olanların duyulur, hayal edilir, kavranılır yönünün ötesinin bir biçimde bitişik olduğu anlamına gelebilir. Zira aşkın olan ve içkin olan öteyi bu bitişiklik olmadan izâh etmek güçtür. Bu minvalde öte aynı zamanda beridir, varlıktaki başlangıca tekaddüm eden, bizim içimizde cismimize, beşerî varlığımıza, hikâyemize tekaddüm edenle aynıdır. Bu aynılık, bitişiklik bize yine Gözel’in ‘komşu’luk kavramını hatırlatır. Bizde, içimizde, kâinatı aşan öteye komşu bir beri vardır. Bu ikisi ya aynıdır ya komşudur, bu ikisi arasında bir benzerlik/irtibat olduğu muhakkaktır. Bu vesileyle felsefi dille varlığın ötesinde bir ilkeden, insana içkin bir ilkeden ve bu iki ilkenin ya aynı ya da yakın irtibatlı oluşundan söz etmiş olmaktayız. Yazar bu konuda tasavvufî kavramlardan da yardım alarak anlatıyı kurmaya devam ediyor. Anlıyoruz ki insanın içinde ve alemin ötesinde mekânsız bir mekân, tasavvuf ıstılâhında bir ‘lâ-mekân’ bulunmakta, her nasılsa insanın bu ‘lâ-mekân’ ilini mesken tutması mümkün olmaktadır. Sûfilerin ‘fenâ’ terimi ile dile getirdikleri yer, bu ‘öte’ye geçiş olsa gerektir. Kur’an’da anlatıldığı biçimiyle Tanrı’nın insana hitap ettiği, insanın bu hitabı işittiği ve ‘belâ’ diyerek mukabele ettiği yer bu ‘öte’dir. Bu hitap insan tarafından işitilir, zira ötede sözünü ettiğimiz bitişiklik yahut komşuluk ile insan hitabı ‘başka’dan değil ‘kendi’nden işitmiş gibi net duyabilir. “Yunus değil bunu diyen/Kendiliğidir söyleyen” mısralarıyla ifade edilen durum ister felsefî ister tasavvufî bir dille ifade edilsin yakınlık, bitişiklik, komşuluk yahut irtibat şeklinde anlaşılabilir. Gözel bu öteyi öznenin ‘kendi’si olarak tarif ediyor. Ancak bu ‘kendi’lik içi dolu ve kendi kendine yeter bir monadı ifade etmiyor. Biz Gözel’in metafizik yöntemle vaz ettiği söz konusu ‘kendi’liği, Geleneksel sanatların mimarîde, musikîde ve sanatta ‘boşluk’ sembolizmiyle işaret ettiği, Kur’an’ın İlâhi Nefha olarak ifade ettiği, mescidlerin mihrabında bulunan ‘boşluk’tan, Aksa’da el Kuds’te Kâbe’nin içinde ‘boşluk’tan, tasavvufta neyin içindeki ‘boşluk’tan yardım alarak anlayabiliyoruz. Bu Geleneksel sembollerin yardımıyla metafizik dilin kendilik olarak ifade ettiği sessizlik, hiçlik ve boşluk olan özneye nazarımızı yükseltebiliyoruz. Özne bu ‘boşluk’ sayesinde aynı zamanda her şey olabilme imkânı taşıyor. Öznenin özlediği, varmak istediği kendilik, varlıktan arınmış bir boşluk, içinde ötenin hissedildiği İlâhi Nefha, her şeyi barındıran hiçlik, gündüzü doğuran bir gece, zuhuru şiddetinden rengi görünmeyen kutlu bir siyahlık olsa gerek diye yorumluyoruz. İnsan, kendi olmaya her davrandığında öteye bir yol bulur ve kendi denen mihrapta şu hitabı duyar: “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” ve duyar duymaz yanıtlar “Evet, şahidim.” Kur’an bu ayetlerde insanın kozmos öncesi durumuna atıfta bulunur. Burada bildiğimiz anlamda insan yoktur, zira kâinat yoktur ve bilinen anlamda insan kainattandır, zübde-i âlemdir, mikrokozmosdur. Gözel’in diliyle ifade edersek burada hitap eden ‘Ne’dir ve kendisine hitap edilen de ‘ne’ olsa gerektir. Yahut hitap sûfilerin söylemeyi sevdiği tarzda bir ‘Kendinden kendine’dir. Bilinmektedir ki bu hitap an olmayan bir anda, yer olmayan bir yerde, bildik insan ve bildik kâinat yokken gerçekleşmiş, kadîm durumu ifade eder. Kanaatimizce burada hitap Varlık’tan Öte olanın insandaki öte’ye hitabıdır. Ötenin, ötedeki hitabını ancak insandaki öte işitebilir. Bu “Allah vardı ve Onunla beraber hiçbir şey yoktu.” ifadesine “Halen de öyle…” diyerek mukabele eden tasavvufi tavrı hatırlatır. “Halen de öyle…” diyen insandaki ‘öte’dir. Söz konusu ‘öte’ sonradan er veya dişi olarak özne olacak tüm Âdem neslini işaret eder. Özneliğin ‘öte’ ile irtibatının, onun ‘olmasının’ bir gereği olduğunu belirttiğimizde, özneler arası bir irtibatın/komşuluğun/anlaşmanın bu ‘öte’de gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu varoluşsal konuşma her gerçekleştiğinde ‘dünyada olma’ durumu yırtılmakta ve insan varlıktaki çatlaktan hem aşkın hem içkin olan öteye bakmaktadır. Bir insan bir insanı kavramın hakiki mânâsıyla anladığında, onunla anlaşabildiğinde, hemhal, hemdert olabildiğinde, o ikisinin ‘öte’de buluştuklarını söyleyebiliriz. Bu nedenle konuşan, yazarın da dil-gönül irtibatını veciz bir biçimde kurduğu gibi gönül dilidir. Bu da göstermektedir ki özneler arası irtibat ötede kurulan bir irtibattır. Bu her hakikî irtibatın Onda gerçekleştiği anlamına gelir. Böylecekimi şairlerin yahut filozofların dilinde ümitsizce olanaksız görülen şey, bir insanın bir insanı anlaması, O’nda, O’nunla ‘olur’ haline gelir. Kendindeki öteye ermeyi başarabilen özne, tüm özgeleri işiten kulağa, tüm özgeleri hisseden gönle bağlanmış olur. Her şey özü itibariyle O’nda iken anlaşır, irtibatlıdır, ancak O’ndan ayrılıp uzaklaştığında Ona ve ötekine yabancılaşır, irtibatı yitirir, anlaşamaz olur. Böylece öteye erişebilen herkes ötekileşmekten, başka ve yabancı olmaktan kurtulur. Böylece ötekiler özge olur, eş deyişle özneler O’nda komşu olur. Yazarın özne tanımında özlem kavramı da önemli bir yer tutuyor. Özlem kitapta öncelikle öteye ilişkin olarak beliriyor. Ancak öte aynı zamanda insana içkin olduğundan, Gözel’in ifadelerinde özleme durumunun bir ‘kendi’ne dönük olarak da okunması mümkün. Özlem, kitabın anlatımını takip ettiğimizde, sadece dünyada var oluşumuzu anlamlandırarak taşınabilir kılmıyor, aynı zamanda ölümü de bir çıkış yolu ‘öte’ye erişme imkânı kılarak katlanılır kılıyor. Özlem, Gözel’e göre sadece bir hâlet-i rûhiye değil, o aynı zamanda öznenin kuvveden fiile çıkışını da ifade ediyor. Yazar özlemi insanın özü olarak tespit ediyor. Özleme fiili ise bu sayede özün dünyada ‘olmaya bırakılmış’ oluşuyla ilgili kılınıyor ve onun öncelikle kendini özlemesi, kendini gerçekleştirmek gayesiyle olmaya atılması sürecini ifade ediyor. Özün özlemle tanımlanması salt özneler arası düzlemi birbirine bağlamakla yetinmiyor aynı zamanda özü ‘olmazdan önceki hal’e öteye çağırıyor ve ötedeki bitmeyen irtibatı, hitabı hatırlatmak suretiyle hiç de ‘kendi’nden ‘başka’ olmayan Ona bağlıyor. Böylece dünyada olmak ve biteviye öteye atılmak, sadece mecazi özge ile değil hakiki Özge ile de irtibatta şekillenen bir ‘olma süreci’ne dönüşüyor.Öteye ilişkin bunca çabadan sonra yazar öteye erişmenin yoluna da işaret ediyor. Bu işaret kayran (Lichtungen) imgesinde saklı bulunuyor. Yazar insanın dünyada oluşunu bir ormanda oluşa benzetiyor ve şöyle diyor: “Bir orman ki insan onda hiçbir yere varmayan yollara (Holzwege) rastladığı gibi, eğer talihi yaver gitmişse, ışık saçan kayranlara (Lichtungen) da rastlayabilir.” Metafordaki ‘kayran’ ormanın içinde birden beliren bir açıklık anlamında kullanılmış ve insan hayatında gündelikliğin akışını bozan onu şaşkınlığa, hayranlığa yahut şoka, dehşete sevk eden mest edici ya da kahredici bir olay olarak açıklanmış. Olay, yazarın kaleminde varlıkta birdenbire zuhur eden varlığa batmış kişiyi ister istemez çekip öteye çıkaran bir vakayı anlatıyor. “Vakıa (olay) gerçekleştiğinde kimse onu yalanlamaz.” Öyle ki ‘Öte’ bir biçimde biz gündelik hayhuya dalıp Onu unutmayalım diye bizi dünyada olma durumundan cebren çekip çıkaran aşk, bast, esrime, savaş, kıtlık, afet, salgın hastalık vb. bir şeyle bizi kendine sevk ediyor. Şu durumda gitmemezlik edemiyoruz. Gündeliklik içinden çıkmamız, nefes alışımızın öteye, İlâhî Nefha’nın duyulduğu boşluğa bu çıkışa bağlı olduğunu, Nefes-i Rahman’a muhtaç oluşumuzu, dünyanın onda kaldıkça bizi boğduğunu idrak etmemiz ancak böyle bir ‘olaya tanıklık’ sonucu gerçekleşiyor. Olay, özneyi gündelikliğin beyhûdeliğinden varoluşsal anlamı göreceği bir yere yükseltiyor. Olay bu yönüyle ölüme de benziyor, zira ölüm de içkin ve aşkın öteye cebri bir sevki ifade ediyor. “İnsanlar uykudadırlar ölünce uyanırlar” ifadesinden hareketle her ‘olay’ ‘uyandırdığı’ ölçüde küçük bir ölüm oluyor. Olay, bizi ölüme ve öteye hazırlıyor. Bu anlamda mest edici yahut dehşet verici olması fark etmiyor, bizi öteye çıkardığı müddetçe iş görüyor. Yazar bu eserinde işaret taşlarını orman, orman yolu, kayran, yolculuk, komşuluk sembolleriyle dizmiş gözüküyor. Böylece çağdaş felsefenin özne, dünyada olmak, özlem, öteki, gündeliklik, olay gibi temel meselelerine kendi perspektifinden kısmen varoluşsal kısmen varoluşu aşma çabası gösteren metafizik bir okuma yapmış oluyor. Sonuç olarak, Özkan Gözel, Ne- Varlık ve Hiçlik’te bizi kendi özüne giden orman yollarında yürürken, kendi kayranlarına tanıklık ederken yaptığı metafizik okumaya komşu kılıyor. *Mona Tufan İslam, Cins Dergi, Eylül 2020.

    Devamını Oku
  • İLGİSİZ BİLGİ İLE NEREYE KADAR?

    28.08.2020 Felsefe vedat akıllı, özkan gözel, felsefe

    Bilgi ile ilişki biçimimiz üzerine kafa yormamız gerekiyor. Bilgi niçin gerekli, salt bilgi ile dahası kuru bilgi ile nereye varabiliriz?Sözün başında meramımızı ifade edelim; kişiye katkı sunmayan, kişinin arayışına, hakikat yolculuğuna, kendine, kendilik bilincine, hayatına katkı sunmayan bilginin, kişiye yük olabilmenin ötesinde bir şey ifade etmeyeceğini görebilmemiz gerekiyor. Bilgi için ilgi gerekecektir. En başta insanın kendine ilgisi gerekecektir, kendisinden çıkarak bir başkasına, ötekine ilgisi gerekecektir, hayata ilgisi gerekecektir,  Bilgi insana değecektir, hayata değecektir, başkasına, ötekine değ-ecektir. Bilginin insana değmesi, insanın bilgiye temas etmesi yeterli mi, değil elbette. Bilgi; insana hayata, öteki ile Öte’yle ilişki biçimine değ-er katacaktır. İşte uğraşmaya değer olan bilgi, ilgi ile beslenen bilgi ve de insanı değerli kılacak bilgi ancak bu bilgi olacaktır. Bilgi insana değ-ecektir, bilgi insana değ-er katacaktır dedik. Bitti mi, bitmedi; bilgi, insanı değiştirecektir, hayatı değiştirecektir. İşte ozaman bilginin hakikatle ilişkisini doğru biçimde konumlandırmış olacağız. Hakikate değmeyen, hakikate ilgisiz, hakikat ile ilişkisiz bilgi;  hayata ve insana değ-meyen, hayata ve insan değ-er katmayan, hayatı ve insanı değ-iştirmeyen bilgi değ-ersiz bilgi olmaya mahkûm olacaktır. Değeri olmayan bilgi, nihayet insana da doğaya da hayata da; “bedeli” kadar “fiyatı” kadar, “ederi” “kadar” “değer” verecektir. Ve sonuç; insan da doğa da hayat da bedeli nispetinde “güç” olan bilginin elinde değersizleşecektir.  Ne diyoruz: İnsanın; bilginin tahakkümünden kurtulabilmesi için ilgiye ihtiyacı var, b/ilgiye ihtiyacı var, hakikatin b/ilgisine ihtiyacı var… Modern bilgi anlayışı; bilgiyi ilgiden uzaklaştırmış, ilgisiz bilgi ise bilgiyiteorilere kurban ederek ortaya çıkardığı ruhsuz bilgi yaklaşımı ile insanı her şeyden önce kendinden uzaklaştırmıştır. Kendilik bilincine, kendilik arayışına, kend’olmaya, insanı bir ol’uş kılmaya hizmet etmesi gereken bilgi, insanın kendini kaybetmesine, çağın ağları arasında ezilmesine, tükenmesine zemin hazırlamıştır. Bugün bilgi ile ilişki biçimimiz; kendimizi anlamaya, kendimizi tanımaya, kendimizi aramaya, kendimizi bilmeye hizmet etmiyor.Çünkübugün insan bilginin öznesi değil nesnesidir ancak. İnsanla bilginin arasındaki mesafe açılıyor. Hal ile kâl’in, söz ile özün, söylem ile eylemin, teori ile pratiğin, beden ile ruhun, kalp ile aklın, düşünce ile duygunun, bilgi ile bilincin arasındaki mesafe her geçen gün daha fazla açılıyor. Çünkü bugün insanın bilgi yaklaşımı insana ilgisizdir,  insana uzaktır, hayata mesafelidir. İnsana değmiyor, değ-er katmıyor değ-iştirmiyor, hayatı oldurmuyor… Zira insan bilgiye ilgiyle yaklaşmaktan uzaktır bugün. Sözü yazımıza ilham olan; Özkan Gözel’in “Öznenin Hakikat Kaygısı” kitabından yapacağımız alıntı ile sonlandırırken; bilgiyle kalın ama illa da b/ilgiye ilgiyle kalın diyelim…“Hakikate erişimde özneye "bilgi", kuru bilgi asla kifayet etmez; bu uğurda ona öncelikle ve en çok "ilgi" gerektir:"kendi ile ilgi/lenme."Öte yandan, hakikat yolcusunu ihtiyaç duyduğu "bilgi","apaçıklığın" bilgisinden farklı ve/veya fazla olarak "ilgi"yi zaten ve daha baştan içerimleyen türden bir b/ilgidir… Hakikate ilgisizlik hakikatten bilgisizlik çağımızın kaderi sayılsa gerektir. Bize çağ-dışı yaklaşımlar gerek belki de: Çağın berisine ve/veya ötesine uzanabilen yaklaşımlar. Bu bakımdan arayışlar fevkalâde önemli…” Vedat Akıllı(Gazete İpekyol)

    Devamını Oku
  • Nefsimiz ne’miz olur?

    22.07.2020 Felsefe ömer lekesiz ,özkan gözel, felsefe

    Nefsin mahiyeti ve işlevleri hakkındaki tartışma tüm zamanlara mahsustur. İlk şeriattan, felsefi düşüncenin ilk ayaklanışına, İlahi kitaplardaki bilgiye esasen kurumlaşan Kelam’dan, bir nefs terbiyesi olma iddiasındaki tasavvufa, bugünkü gen teknolojisine mahsus araştırmalardan, hücre transferine kadar... nefis, insan tanımlı ve ilgili her tartışmasının öznesi olmuştur ve insan var oldukça olmaya da devam edecektir. Zira nefs bilgisi her durumda bir ne’lik ve kendilik bilgisidir; ne’yim; ne’redeyim; ne’reden geldim; ne’den geldim; ne’yap(maya)cağım; benliğimin özü ne’dir; kendim olarak kim’im? Daha da çoğaltabileceğimiz bu soruların temelinde yatan şey ise, şeriatlara, felsefelere, kelamlara, tarikatlara, inanışlara, dünya görüşlerine... tabi olarak bir nefs anlayışının teşekkül etmiş olmasıdır. Hatta tek bir inanış / din içindeki mezheplere ve o inanışın tebliği ile memur olanlara, onun ilmini yapanlara; ibadetlerini yaptıranlara ve nasihatlarını iletenlere göre de değişir söz konusu soruların mahiyeti ve cevaplama tarzları... Örneğin, kendi zamanımızdan ve tabi olduğumuz bugünkü dini anlayış ile onun temsilinden baktığımızda nefs terimiyle önce yüzümüz ekşimez, bir şımarık kuş içimizde ötmeye başlamaz, kalbimiz korkuyla titremez, aklımız kuşkularla bürünmez mi? Bunun nedeni, nefsin, özel de vaizler, genelde ilahiyatçılar için eskimeyen, gündemden düşmeyen, , tedavülden kalkmayan... bir söz sermayesi olmasıdır. Öyle ki, vaizlerin elinden nefs kelimesini alsanız, sudan çıkmış bir balığa, dükkanı talan edilmiş bir esnafa dönecekmiş gibi görünürler. Zikrettiğimiz sorunun buna bağlı olarak yüklendiği bir diğer durum ise, doğal olarak onu konuşan ağızların çokluğunca bilgilerin / rivayetlerin çoğalmasıdır. Bir halk deyişiyle çokluğun olduğu yerde mutlaka kendiliğinden yeni bir sorun oluşturur, zira bu bağlamda, çok mal haramsız olmayacağı gibi, çok söz de yalansız olmaz. Nefs gibi muhteviyatı ve işlevleri ziyadesiyle çeşitlendirilerek enflasyona uğratılmış çok temel bir meselede, bilgisi ve rivayetleri kirletilmiş bir kendilik arayışında, ilgili bilgilerin Kitabileştirilmesi, el-Attas’ın tercih ettiği terimle ifade edecek olursak İslamileştirilmesi, büyüklerimizin bizler tavsiyedir. Bu tavsiyenin zamanımızın ihtiyacıyla, diliyle ve anlayışıyla yerine getirilmesinin ilk şartı, nefs konusunun ilahiyatçıların ve vaizlerin tekelinden kurtarılması olsa gerektir. Bu sağlanabildiğinde, ortaya çıkan boşluğun Kur’an ve sünnete tabi Fıhki kaidelerle tahkim edilmesi ve o kaidelerle çerçevelenmiş alanın mütefekkirane, münevverane yeni bilgilerle doldurulması mümkün olabilecektir. Bu minvaldeki bir iş yükünün öncelikle bugünkü Kelam ehli ile Müslüman kimliğine sahip felsefecilere yöneleceği, onlar tarafından sırtlanılmayı talep edeceği aşikardır. Buna mahsus bir örneği, daha önceki kitaplarıyla da felsefi bilgi ve dini tefekkür çekicini sürekli olarak nefse vuran Özkan Gözel’den verebilirim. Gözel, Ketebe Yayınları arasından çıkan Ne - Varlık ve Hiçlik – Trans-ontolojik Bir Düşünüm adlı çalışmasında, nefse önemli bir yer vermiştir. Elbette varlık ve hiçlik temalı kitap, salt nefs konusundan ibaret değildir ancak, onu bizim buradaki ele alışımız esasında, yukarıda sorduğumuz bir çok sorunun cevabına eriştirebilecek, emin kaynaklardan biri olarak görebiliriz. Son tahlilde cevabınızı aradığımız sorular kadim sorular olsa da, onlara verilebilecek yeni cevapların bizim şimdimizde gerçekleşeceği malumdur. Diğer bir söyleyişle eski soruya yeni cevap, eski bir paradigmaya göre değil, yeni paradigmaya göre ancak bu zamanda anlaşılır olacak ve bu zamanın ihtiyaçlarına denk düşebilecektir. Yukarıda belirttiğim yeni bilgisel tutumu Edmund Husserl’in “Araştırma dürtüsü felsefeden değil, şeylerden ve problemlerden yola çıkmalıdır” sözüyle çerçeveleyen Gözel’in, önsözünde italik yapılarak öne çıkartılan iki ara-başlıktan ilkinin “Ne-re’den geldiysek, yine O-ra’ya gidiyoruz!” ve diğerinin “Nihil’e karşı lâ!” olması, bizim mezkur konuda onu örnek verişimizdeki isabeti teyit etmektedir. Nitekim aynı yerden yapacağımız şu alıntı da, şimdi konu edindiğimiz hususta, bizi umuyorum ki en doğru hedefe yöneltecektir: “Hasıl-ı kelam, ‘hep-olma’ya varan, varabilen, varması umulan işbu yolda ‘olma’nın sırrı, “hiç-olma’dan geçiyor tam da. Hiç olmak butlana uğramak demek değil ama burada! Olmak, bir bakıma, ‘hiç-olmak’ demek; hiç olmaksa, bir bakıma, ‘hep-olmak’! Bunun için ölmeden evvel ölmek ve kendine yeniden doğmak gerek.”

    Devamını Oku
  • Yazmanın Tadı

    05.03.2020 Felsefe hüseyin akın, özkan gözel, felsefe

    Yazmanın da kan kaybettiği zamanlar vardır. Kaleme can kâğıda canlılık katan mürekkep aynı zamanda anlamın, ifadenin ve de düşüncenin kanıdır. Yazmanın beyhudeliği diye bir şey vardır. Yazmamak yazmanın bazı önüne kurulur ve ona karşı hâkimiyetini ilan eder. Yazma eylemi sesini ya duyuramamış ya da duyursa bile bu ses sahibine ulaşamamıştır. Yazmak yazarın içinde bir tür bulantıya dönüşür. Düşünmek şahsidir ve sadece düşüneni bağlar. Ne vakit düşündüğünü seslendirmeye başlarsa kişi ortaya konuşma dediğimiz şey çıkar. Düşünen kişiyi düşünür yapan konuşma değil yazma eylemidir. Hitabetiyle düşünür olmuş kaç kişi vardır şu dünyada? Düşünceyi çoğaltan şey yazıdır. Gören gözler için yazılı bir dünyada yaşıyoruz. Yazarın yaptığı tabiatta yazılanı sökerek yeniden yazmaktan ibarettir. Bu bir tür uyarlama ameliyesidir. Klavyenizin tuşları parmağınızı her dokunuşta kavuşacağı kelimenin heyecanını yaşıyorsa kan deveranı sorunsuz devam ediyor demektir. Eğer bu yoksa, yani klavyenin tuşları başı ezilmiş, sindirilmiş insanlar gibi sesini yutmuşsa yazmanın da bir anlamı kalmamış demektir. Anlamlı bir yazma, yazmanın anlamını sürdürmesiyle mümkün olabilir ancak. Yazma iştahının kaçması okuma isteğinin yitirilmesiyle beraber kendini gösterir. Çünkü yaşadığınız dünyadan metinsel bir sesleniş ve duyuş hissedemiyorsunuz demektir. Düzenli olarak yazan bir kaleme bir anda yazmamanın sevimli gelmeye başlaması çok sıkıntılı bir sürece girdiğinin belirtisidir. Zira ne yazmak ne de yazmamak üzere kendini ortaya koyabilir bu kişi. Arafta kalır ve yazmamaya güç yetirebilmek için bile yazmanın değişik türlerinden yardım istemeye koyulur. Yazmamak artık üstesinden gelinebilir bir şey değildir. Yazmak hâlâ bir gölge gibi duvarlarda ve bir siluet gibi ortalıkta gezinmektedir. Hiç yazmayanları anlamak o kadar zor değil. Onlar kendilerini pekâlâ en güzel şekilde savunabilirler. Fakat ömrünü yazı ile şekillendirmiş birinin birden yazmayı bırakması veya eli bir türlü kaleme gidemez hâle gelmesi kolay anlaşılabilecek bir şey değildir. Olup bitenlerin olup bitmeme şansını kaybetmesi gibi durumları düşünelim. Yazdığınız hiçbir satır durumu değiştirmeyecekmiş gibi gelecektir. Yazma bir ıstırap dışavurumu olduğu kadar keyif gerektiren bir uğraştır. Kişiyi yazmaya sevk eden keyif alıp başını gittiğinde yazılan metnin başta ruhu olmak üzere bütün anlam dünyası bir anda boşalacaktır. Galiba yazmak eylemi günlük konuşmalarımız, uyumsuz tasavvur ve boş tahayyüllerimiz arasında can çekişmektedir. Yazmak insicamını kaybetmiştir. KELİMELER İÇİNDEYİM “Deneme tarzının benimsendiği bu kitapta içinde yaşadığımız modern dünyaya ve onun bazı sorunlarına kendi kelimelerimle bakmayı deniyorum. Başka bir ifadeyle, kelimelerimin içinden bana kendini gösteren neyse bunu sergilemeye çalışıyorum burada.” (S.11) Özkan Gözel’in felsefi denemelerini içeren Kelimeler İçindeyim kitabının girişinden alınma bir kesit bu ifadeler. Özkan Gözel bu kitabında tahayyül, tedai ve tecessüsle kelimelerin içinde sıkışmış bir dünyayı çekip çıkarmaya çalışıyor. Postmodern zamanlarda bilgi-iktidar ilişkisi, büyük anlatıların çözüldüğü, hakikatin değil, performansın öne çıktığı, içsel doğruların anlamını yitirdiği ve bilginin güçle özdeşleştiği bir çağın pencere aralığından bakıyor kelimelerin dünyasına. Aslında bu bir tür iç bakış. Kelimelerin işaret ettiği dünyanın bir parçası olarak konuşuyor yazar. Zygmunt Bauman’ın Postmodern Etiğine Reddiye denemesinde “Kule bilinci”ne sahip serbest kafalara işaret ediliyor. Bu serbest kafaların iki önemli özelliğinin altını çiziyor yazar: Aklî sarahat ve vicdanî titizlik. Kitap 18 sıkı denemden oluşuyor. Sıkı dedim, zira okuyucu arka-planı gerektiren evsafta metinler olduğunu söylemek gerekli. Felsefenin sorunlarını edebi düzlemde bir üslup ile anlatabilmek, üstelik bunu deneme tadında yapabilmek takdiri fazlasıyla hak ediyor. Yer yer şiirden de referans alan Özkan Gözel’in edebi yetkinliğini felsefi tecessüsüyle nasıl bağdaştırıp yaklaştırdığını görmek isteyenler için son derece önemli bir eser. (Kelimeler İçindeyim-Özkan Gözel-Şule Yayınları-2019) Hüseyin Akın

    Devamını Oku
  • Aşka ve bilmeye dair sarmaşık felsefe...

    07.10.2019 Felsefe, Aşk sibel eraslan, özkan gözel, felsefe

    Sibel Eraslan Özkan Gözel, son kitabında öznenin hakikat kaygısı derken, varoluş mertebeleri içinde yeni bir berzah isimlendirmesine gidiyor. Sarsıcı bir icad bu. Ama oldukça kırılgan bir kavramdan yardım alıyor: “Aralık’’... Her biliş bir zedelenmedir. Her okuma bir yollanış. İz Yayıncılık’a teşekkürlerimizi sunarız. Öznenin Hakikat Kaygısı adlı eseriyle Özkan Gözel’i bize yolladığı için. Kelime modası diye bir şey var. Ve bu iş, kelimeleri çok sevmekten ziyade, yalnızlıkla başedemeyişimizden ve diğerlerine benzemek isteyişimizden kaynaklanıyor bence. Hüzünlü bir hal. Bazı kelimeleri sıkça kullanmak adeti zuhur ediyor. Bakıyorsunuz ki sosyal medyadan ders notlarına, kitap özetlerinden köşe yazılarına kadar tüm dışavurumlarda o kelime tekrar edilmeye başlanmış. Bir kelimeyi çok tekrar etmek üzerinden birbirine benzeyebilir mi insanlar... Çağımızın benzeşimi kalıplar, yazılımlar üzerinden tanımlandığı için resimden veya sinemadan daha hızlı bir şeye ihtiyaç duyuldu, kısıtlı harf karakteriyle iletişim üzerinden gidiyoruz şimdilerde. Kısaltılmış harfleriyle kelimeler, klan mensupları tarafından anlamı bilinen işaretler veya emojiler, imajlar, capsler, yeni anlaşma ve benzeşim tarzımızı oluşturuyor. Tekrar eden kelimeler meselesi de aynı hız bahçesinde, atlı karınca gibi dönüp duruyor. Garip bir şekilde kelimenin tekrar edilerek kullanım sayısı arttıkça, içerdiği veya işaret ettiği kavramla arası açılıyor. Hatta içerikten veya temsilden kopup artık tek başına, başlıbaşına beliren, parlak ve başka bir şeye dönüşüyor.“Hakikat’’ böyle bir kelime mesela... Aynı durum, ‘’özne’’nin de başından daha evvel geçmişti, bunda benim de ciddi payım var, kadın hakları dendiğinde kurulacak tüm cümelelerden geçirmiştik bu kelimeyi neredeyse. Dillere pelesenk oldu derdi anneannem çok kullanılan sözler için. KURAMDAN ÇOK ŞİİRÖzkan Gözel’in Öznenin Hakikat Kaygısı adlı kitap için, kitabı bana heyecanlı bir sesle havalara uçarak müjdeleyen Ömer Lekesiz’e, kitabın editörü olsaydım başlığın değişmesi için müellife baskı yapardım dediğimi hatırlıyorum. Kitabı okuduğumdaysa, kuramdan çok şiirle karşıkarşıya olduğumu fark ettim. Konu şiir olduğunda geri çekilirim. Başlık değişebilirdi şeklindeki bir hadsizlikten de Allah’a sığınırım, neme lazım... Çarpılır insan.Özkan Gözel’in kitabı da kelimenin tam anlamıyla çarpıcı, alışkın olduğumuz sevmeye has adayışçı ezberleri bozuyor. Saygıdeğer bir bağlılıktan söz açıyor deyim yerindeyse, birbirinin içinde yok olmaktan değil. ‘Birarada’lığın felsefesini kuruyor.  Özkan Gözel, özneyi, kendilik üzerinden sorguluyor, ‘’kend’oluş’’ dediği şey, bir tür müteessir oluş aslında. Varoluşurken varoluşamamayı da tecrübe eden, ölümle hayatın, gündüzle gecenin, uyanmakla uyumanın, nefes alışla nefes verişin, sevişmekle savaşmanın, çekişmeyle çakışmanın, ancak ‘’zevcederek’’ birbirini anlattığı, bir örtüp bir ortaya çıkarttığı, tesirli hali yazmış kitabında. Ben, ‘’arefe’’ye, yani bilmeye dair yeni şeyler okuduğumu da düşünüyorum Özkan’ın kitabında. Çünkü bizde bilmek, ilmel yakin, aynel yakin ve hakkel yakin mertebeleri üzerinden nihai manada fena’ya veya kurban oluşa dair tutkulu atıflarla anlatılır. Bir tür massolma eğilimidir bu, parça bütünde, sevgili maşukta, eksik olan tamda, eriyip bitmek ister. Gerçek bilgi, semenderdedir, zira o sürekli ateşe atlar, kendini yakar, onun hayatiyeti sürekli ölüp bitmesindedir. Tasavvuf edebiyatında varoluş ayıbı, ancak sevgilinin cefasında, candan usanmakla mümkündür. ÖZ İLE ÖZGE ARASINDAKİ İLİŞKİÖzkan Gözel, son kitabında öznenin hakikat kaygısı derken, varoluş mertebeleri içinde yeni bir berzah isimlendirmesine gidiyor. Sarsıcı bir icad bu. Ama oldukça kırılgan bir kavramdan yardım alıyor: ‘’Aralık’’... Karşıtıkların arasında veya öznenin diğerleriyle arasında bir mesafe var. Rikkatli saygılı bir mesafe bu. Şimdiye kadar bilmeyi ve varoluşu massolan, eriyen, kurban olan özne üzerinden kuran kuram, Özkan Gözel’in teklifiyle, sarmaşmak kavramı üzerinden kuruluyor.Daha çok roman anlatılarında karşımıza çıkan ‘’sarmaşmak’’ kelimesiyle ifade ediyor bu mesafeyi Özkan Gözel. Birbiriyle sarmaşanlar birbirine katışmazlar, aralarında bir ayrım mahfuzdur diyor. Sarılmaya benziyor bu, sarmaşıdan sonra yine herkes kendi yerine çekiliyor, kimse kimseyi iptal etmiyor kimse kimsenin içinde erimiyor. Bir tür çift olma ilişkisidir bu. Hilkat, çiftlerin sarmaşık düzenidir diyor zaten Özkan da. Hem benzeşen, benzeşirken hem de başkalaşan, hem birbirine sarmaşan, hem de sarmaştıktan sonra ayrışarak çatallanan çiftlerin... Ak ile kara, ne birbirinden tam anlamıyla ayrıdır, ne de tam manasıyla birdir, onlar tabiri caizse ‘’bir arada’’dırlar. Bu her an içinde çoğalan bir varoluşmayı ifade ediyor aslında, hiç bir an diğerinin aynısı değil... ‘’Bir tekevvün olarak kend’oluş, ölümle dirim, var ile yok, uyku ile uyanıklık, imkan ile imkansızlık arasındaki ilişkinin meydanıdır’’  derken de varoluşu, ilişkiler, müteessir oluşlar üzerinden tarif ediyor. Dün gece yastığa bıraktığım ben, sabah kalktığımda bulduğum ben’le aynı ben mi sorusu da cevabını buluyor böylece. Duruk değil devingen bir oluştan sözediyoruz hilkatten bahsederken. Öz ile özge arasındaki ilişki, velevki ‘’uzanıp giden tren yolları’’ na benzesin, velev ki ‘’yarin sarmayan kolları olsun’’ her halükarda, beni ben kılan o arzu ve bekleyiştir, irtibattır bu, bağdır. Özneyi belirleyen, birleşmeden çok ayrılıktır öyleyse. Bağlamı ayrılık üzerinden anlamlandırmak ne kadar kederli değil mi... Zannediyorum Gözel’in yerini ayrıcalıklı hale getiren de bu asil ve kederli yalnızlığı. Yalnızlık tasvirini bilinçli olarak kullandım. OLMAK VE ARAMAKKitapta beni en ziyadesiyle tahrik eden başlık ‘’Olmak ve Aramak’’ kısmı. Heidegger ve Levinas’ın ruhları geziniyor neredeyse tüm sayfalarda. Özkan Gözel ile farklı okuma gruplarında zevkli beraberliklerimiz oldu. Onu klasik manada ‘’muhalif’’ bir düşünür olarak tarif etmek yetersiz kalıyor kalbime baktığımda. Tenhada kalmayı kendisi tercih etmiş, hemen her harfinin vicdani bedelini imbikten geçirmiş bir adam o... Kitabın ikinci kısmında öteki, başkası ve başkalık gibi yine dillere pelesenk olmuş kavramları kendince ve eleştirel mahiyette diyebileceğim özgün tarzıyla odağa taşıyor Özkan. ‘’Medyatizm çağı’’ adını verdiği günümüze has zorunlu aidiyet sosyolojisine yönelik tenkidi de çok önemli. Ben yine de kitapta en çok ‘’Olmak ve Aramak’’ bahsini sevdim. Orada aşk var çünkü.               Star-Kitap / 15.09.2017  

    Devamını Oku
  • Bir dostla yüz yüze oturmak

    07.10.2019 Din, Felsefe sibel eraslan, özkan gözel, felsefe

    SİBEL ERASLAN Özkan Gözel’in felsefesi aynı zamanda bir teselli arayışı içeriğiyle yol alıyor. Annesine adadığı son kitabında, eve geri dönmeye çalışan bir çocuğun hicranını da duyumsadım.Yerde tutuyor’’ ifadesini bilinçli olarak kullandım. Bizde büyük ihtimalle metafizik bağlamı yüzünden felsefe, bulutların hizasında bir yerlerde uçar durur. Yüksektedir yani, yerde gezinmez felsefe. Çok okumuşlara, kitaplarla hemhal olmuş kişilere, ağır ritimde, dokunaklı ve hikmetli konuşanlara da ‘’filozof’’ denir toplumumuzda. Filozof da tıpkı felsefe gibi yukarılardadır cemiyetimizin nazarında... Ve yukarıda olan her şey, bizim için biraz Frenk, biraz dışarıdadır... Bendeniz Özkan Gözel’i bir Türk düşünürü olarak coşkuyla selamlarken, onun aracılığıyla günlük yaşamımıza sirayet eden felsefeye de ‘hoş geldin’ demek istiyorum. Özkan Bey’in değişik dergilerde yayımlanmış yazılarının başlangıçlarında epigraflar şeklinde yer alan türkü sözlerine baktığımızda bile bu ‹›yerli›› duruş izlerine rastlarız. Benzeri parmak izlerini Sabri Ülgener ve Ahmet İnam hocalarımızda da hemen fark edebileceğimiz gibi, (aslında Tanpınar’da dahi vardır bu hüküm, bizde romanın olmayışını türkülerimizin oluşuyla açıklar Beş Şehir’de) Özkan Gözel’in Türkçe dili ve Türk’ce düşünüşten içtiği sütle yürüdüğünü düşünüyorum. Düşünce onun için hayatı yaşama biçimi, seküler şekliyle dünyayı bir ağacın altında durdurup ‘’işte şimdi düşünmeye başlıyoruz’’ demiyor. Hayatın içinde düşünmek onun felsefesi... Benim buradaki en büyük endişem okurlarının bu yerliliği ‘’sosyoloji’’yle karıştırmaları ihtimalidir.   Özkan Gözel felsefesini günlük hayatla içiçeliğin yanı sıra, sevecenliğiyle de tanımlayabiliriz. Kitap, sevgili annesine ithaf edilmiş. Kapağı hemen açtığınızda çarpıcı başlıklar var. ‘’İç alemimiz işgal altında’’ diye yükselen itirazı, ‘’aşırı iletişimin anaforunda’’ çarpılan bilinç, ‘’mecburi yalnızlık’’tan ‘’gönüllü yalnızlık’’a giden süreçler eşliğinde yazarın istiğrakla aradığı şey; ‘’yeryüzünde tutunmanın yolları’’dır aslında...AŞIRI İLETİŞİMGök ile yer arasındaki akıl almaz mesafe giderek açılırken, gökte yıldız aramanın giderek zorlaştığı ve aynı anda yeryüzündeki kuyulara yuvarlanıvermenin de işten bile olmadığı zorlu bir seyir defteridir bu. Özkan Gözel’in son kitabını Oğuz Atay ve Tutunamayanlar’ını da anımsayarak okudum. Zaten kitap müthiş bir edebiyat galerisi aynı zamanda. Şair olduğu için mi? Büyük ihtimalle.Ama şu izlenimimi de söylemesem olmaz. Özkan Gözel’in felsefesi aynı zamanda bir teselli arayışı içeriğiyle yol alıyor. Annesine adadığı son kitabında, eve geri dönmeye çalışan bir çocuğun hicranını da duyumsadım ben. Dünyaya koparak düşen insanın, parçalanmanın verdiği o derin savruluş, sarsılış ve unutkanlıklar içinden yol alarak, ‘’raciun’’ sayesinde bütünleşmeye dair yatkınlığı, arzusu ve üslup bilmezliği, hatta yetimliği, içli yalnızlığı şeklinde hissedebileceğimiz varoluş macerası...MEVCUT DURUMMakalelerinde sürekli ‘’mevcut durum’’a atıf yaparak sorular sorması, Gözel’i bir düşünür olarak her daim güncel kılıyor. Modern insan için; ‘’iş başa düşmüştür’’. Bu hem derin bir telaş hem de çıkış yoludur aslında, ‘’iş başa düşsün ki, baş düşünebilsin’’ şeklinde özetlenebilecek bir sarmaldır bu...Kitabı, felsefeyi kalbimize ve hüznümüze çağıran haliyle bir dostla yüzyüze konuşmak şeklinde de okudum... Ve şu iki mısranın açılımı eşliğinde; ‘’Neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı/ Karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak’’     DÜNYA İLE İLİŞKİMİZ“Evet, bizi aşkın olanla temasa sokan müstesna olaylar vardır hayatımızda. Gönlü uyandıran ve zihni teyakkuz haline sokan olaylar… Hiç olmazda bu gibi olaylar vesiylesiyle “dünya ile ilişki”mizi önce gözden , sonra da elden geçirme basiretini ve yürekliliğini gösterebilmeliyiz ta ki şekvacı olduğumuz Mevcut Durum’un –fiilen olmasa bile- kalben ve zihnen dışına çıkmamız mümkün olabilsin.”  Star-Kitap / 12.11.2018 

    Devamını Oku
  • Sabrın içinden sızlanarak geçen ozan

    07.10.2019 Din, Tasavvuf sibel eraslan, özkan gözel

    SİBEL ERASLAN Bu eser için sabrın anatomisi de denebilir aslında. Ömer Lekesiz’in editörlüğünde çıkan Hızır ile Musa, Olmak ve Aramak’ın yazarı felsefeci-şair Özkan Gözel. Hikmete dair tercüme olmayan bir eserle karşılaşmak ne güzel.Felsefeci-şair Özkan Gözel’in, İnsan Yayınları’ndan çıkan Hızır ile Musa, Olmak ve Aramak adlı kitabını heyecanla selamladık... Belki felsefeden çok hikmet demek daha uygun olacak, medyatik kaideler eşliğinde organize şekilde üretilerek piyasaya arz edilen ürünlerin arasından, hikmete dair, üstelik çeviri olmayan bir kitabla karşılaşmanın heyecanı diyebilirim buna. Hikmeti kendi dilinde ören bir kalem Özkan Gözel. Eser editörü, sanat eleştirmeni Ömer Lekesiz olan kitabın, varlık ve var oluş arasındaki ilişki ve ilişkisizlikler konusunda şimdiye değin zihin yoran hülasa üzerinden bugüne ve şimdiki an’a, yani bize çıkarttığı yol hakkında, şiiri tercih etmesi ise elbette tesadüf değil. Her ne kadar kahir ekseriyetiyle ve hassaten son kısımdaki “Olmak ve Aramak” bahriyle genel olarak nesir görünümünde olsa da, kitabın nabzı, şiirle atıyor. Veya yazarın zaman zaman rüya sayıklamalarını, aşk sarhoşluğunu, şathiyatı, sekerat esnasındaki çift görülü halleri andıran zihni sıçrayışlarını, ancak şiirin dallarına tutunarak yere çekebildiğini de söyleyebilirim. Emin değilim ama yazarın şiirden başka şansı yoktu zaten demekten başka elimden bir şey gelmiyor... Farkındayım bu yorumun bile bir tür sızlanmak olduğunu. Ama zaten kitab da, sabrın anatomisi üzerine kurulmuş, sabırsızlığı ikiye bölerek; sabır ve sızlanmak üzerine inşa eden yazarın, ayrılıktan şikayetleriyle yüklü bir arz-ı hal... Yoktan ve vardan önceki Hz. Musa, ilim ve hikmet öğrenmek için yol arkadaşlığına talip olduğu Hz. Hızır ile kısa bir yolculuk yapar. Kehf Suresi’nde anlatılan bu kıssaya göre, Hz. Hızır, Hz. Musa’yı yanına almak konusunda çok da istekli değildir. Çünkü bir insan olarak Hz. Musa, acelecilik ve unutkanlık gibi iki iptidanın taşıyıcısıdır, bu yolculuğa ve gördüklerine tahammül edemeyeceğine dair bir bilgisi kaimdir Hz. Hızır’ın... Nitekim umduğu gibi de olur, Hz. Musa, gördüklerine dayanamaz ve sürekli sorduğu sorular ve aslında vicdani itirazlar sebebiyle, Hz. Hızır’la yollarını ayrı düşürür. İlk bakışta haksızlık ve anlamsızlık gibi duran oluşların hikmeti, sonrasında kendine açıklandığında anlar Hz. Musa; başa geçenin neden geçtiğini... Aslında olan çoktan olmuştur da, bizim sabırsızlığımız, sonradan yetişen tahammülsüzlüğümüz, aceleciliğimiz, bunu büyük bir ıstırap gibi telakki eder... Oysa kıssanın bizi çağırdığı yol; sabırlı olmaktır, o yolun yani sabrın kendisi olmak, Gözel’in ifadesiyle sabrın içinden sabırla kendini doğurmaktır... Böyle bakınca sabır, dışarıdan giyinilmiş bir kıyafet değil, yaratış sanatı ve kadere tekabül eder, yolcu da olaylar da yola yani menzile inkılab eder... Gözel’in Kaşani’nin Letaif’inden yaptığı atıf ile: “ Sabır bütün makamları halleri ahlakları ve amelleri içerir. O halde hiçbir şey sabrın dışında değildir çünkü sabır hüküm itibariyle makamların en geneli, etki bakımından huyların en kapsamlısıdır. Hiç bir şey sabır olmaksızın tamamlanmaz.” Biz buna, Esma-i Şerif zikrindeki son ismin “Essabur” olduğunu ilave edelim, yani ikmallerin ikmalidir sabr... Özkan Gözel soruyor: “Yoktan da vardan da önce ne vardı?” “N” harfi yani nun’un, o geniş karnı tüm zamanları taşıyan harfin hemen üzerindeki noktasını (damgasını, mührünü) kaldırarak bakıyor zamanın içine. Nun, zaman dediğimiz var oluş rahmini tümden kuşatan bir tür plesanta mahiyetindeki nun, harf olmaktan çıkıp, ders oluyor tüm temrinleriyle esere... Rahman ve Rahim ismi şeriflerinin aynı harflerle yazıldığını, Rahman’daki bir fazla harf olan “nun”a, tüm insanlığın sığdığını hatırlayarak... “Olan aslında çoktan olmuş olsa da bizim onun tekrarına tanıklığımız tekrar edeni ikrarımız hep sonradan. Ama neden sonra olsa da bu tanıklık hep taze, hep ilk defa. Çoktan olmuş olan yeniden oluyor. Ol emri her an yineleniyor. Varlık sürekli yenileniyor çünkü” diyor Özkan Gözel... Kitabın ana sorunsallarından birisi olan zaman veya yazarın hissettirdiği şekliyle zamansızlık, aslen bir sabır ve yol alış macerasına dönüşüyor, “Zaman canımı çekiyor. Zaman sabırsızlık olarak geliyor.” Derken adeta inliyor Gözel. Onu, ozan kılan usare de zaten burada gizli sanırım. Her tümcesi sızlayan, sabrın içinden sızlayarak, yarılarak, yara bere içinde, paramparça kelimelerle, her mısrada kırıp geçirdiği şüphelerle uçup konuyor şeksiz şüphesiz temaşa edebileceği Anka’nın huzuruna... Ben Hızır ile Musa da, nice badireli vadilerden uçarken kanatlarındaki tüm tüylerini yakmış kavurmuş değerli ve cins bir “tayyar” gördüysem bundandır...” Sabır-sızlan-mamız/ Ya da/ Sabrımızın sızlaması/ Başa/ En başa/ Geç kalmışlığımızdan/Ama aynı zamanda da/ Ora’ya/ -Ne-den sonra/ Rücu telaşımızdan oluyor/ Sanı-yorum”... Peki niçin sızlanırız? Dönüp dolaşıp sorduğu budur ozanın, kitap boyunca... Kapağını kapadığımda, hala aynı soruyu sorarken buldum kendimi. Başka çaremiz var mıydı ki sızlanmayalım? Parçalanmış, kopmuş, ayrılmış birisi ne kadar birisidir? Şimdide sızlanadurmaya mahkum ettiğimiz kendiliğimiz, anın içindeki sabırsızlığını, şayet aceleciliği ve unutkanlığı olmasa belki de bir yangın gibi yaşardı. (Lev enzelna aşrı şerifinde geçen, haşyetle parçalanmış dağların başlarını da hatırlayarak)... Ama acelecilik ve unutkanlık, bir hayal bahçesi gibi bizi yatıştırır ve ateşin içindeki gül bahçesine dair bir umudumuz doğar... Hayal içinde hayaldir dünya... Bizi bulan, en nihayetinde bulur, ki daha en evvelinden de bulmuştur...” Varlığımızın, zamana yatırılmış varlığımızın duruk bir kapanım olduğuna değil de ucu açık oluşuna inanırsak, ancak sabredebiliriz” diyor Özkan Gözel... “Ha varmış / Ha yokmuş /Ha olmuş gibi...” “Sabır durmaktan çok olmakla alakadar.” “ Sabrın özünde/çatlayıp durana kadar/ Yani olana kadar/ Ölene kadar/Gitmek var/Gelmek var/ Gitmek var/Gelmek var/Gelgitler içinde/ İmek ilmek/ Düğüm düğüm/Boğum boğum/ Ölüm ölüm/ Olum olum/ Örülmek var”... Star Gazetesi/ 8 Eylül 2001

    Devamını Oku
  • Levinas'ın metafiziği yahut varlığı ötekiyle aşmak

    07.10.2019 Felsefe mavi çınar, özkan gözel, levinas, metafizik

    Mavi Çınar "Başkanın mevcudiyeti, olguların anarşik büyücülüğüne son verir." Emmanuel Levinas (1906-1995) hakkında Özkan Gözel tarafından yapılan doktora çalışması "Varlıktan Başka: Levinas’ın Metafiziğine Giriş" adıyla Ketebe Yayıncılık tarafınca kitap olarak çıktı. Fransızca yazılan tez, Gözel tarafından Türkçeye çevrilerek kitaplaşmış. Edmund Husserl için gittiği Almanya’da Martin Heiddegger ile tanışıp hayran olan, fakat zamanla hayranlığı eleştiriye doğru evrilen Levinas’ı, batının dikte ettiği tasavvurların dışında, söyledikleri üzerinden okumaya çalışmak lazım bu kitapta. Heidegger için her daim, kendisinin anlatamadığından fazlasının, okuyanlarca zorla anlaşıldığını düşünenlerden olduğumdan belki; Levinas’ı batı diktesinin karşısında duran dik tavrından mülhem pek severim. Tabi yazarımız bu eleştirinin kaynağı için bir sosyal bilimciye yakışır derinlikte, Lavinas’ın eleştirisine sebep olabilecek, biyografik bir gerçeği dipnot alarak açıklamadan geçmemiş; ki kararı yine biz verelim. Fransız vatandaşı ve askeri olarak Almanlara esir düşmesi, ailesinin çoğunu bu savaşta kaybetmesinin ardından Levinas; “çoğu Alman’ı affedebiliriz. Bazı Almanları affetmek güç, Heidegger bunlardan biridir” demiştir. Sebeplerinden biri de bu olabilir belki ama derinlemesine incelendiğinde Heidegger ve Husserl’e yönettiği eleştirilerin, giderek tüm batı felsefesini kapsayacak şekilde genişlediği de bir gerçektir. Platoncu “varlığın ötesi” fikrini benimseyen ve etiği 'iyi'ye doğru hareket olarak sunan Levinas, bu hareket bizi varlıkta bırakmaz hakiki aşkınlığa ulaştırır, onun ötesine götürür der… Üst bir varoluşu değil daha radikal bir şeyi ifade eder, der. “Kendi varlığının üstünde olmayı” der. Neredeyse bütün batı felsefesi varlık sorunun etkisi altındadır ki bu batı felsefesi ile sınırlıdır da denilemez. Orphik Kozmoloji’de de vardır “ilk hareket ettirici” derdi. Empodekles’in “Eros” ile anlamlı kıldığı da yine “hareket ettirici”dir. Platon, hali ile Sokrates de böyle gelir; Levinas gibi “iyiyi isteme” ideaları vardır. Farkı, onlar bunu aşk ile bütünlerler. Levinas ise etikle. Plotinus ile varlık artık daha da tinsel boyut kazanır, keza ondan etkilenen, bayrağını taşıyan İslam Filozofları, bugün sıradan bir ilahi veya türkü içerisinde duyduğumuz Yunus ya da Mahsuni Şerif dizelerinin de derdi gücü budur; varlık! Levinas’ın ayracı; iyiyi isteme yolunda çıktığın düzlük, “senin daha iyi halin” demeye çalışmıştır bize. De dahi yazarımız da anladığımızca bu izleğin seyrindedir. Yarım sayfa içerisinde “İhata, massedici, liyakat, izale, rağmına, müphem” kelimelerini kullanması ile içerik olarak zaten demir leblebilerden olan adamları daha da ağırlaştırması bakımından yapacağımız eleştiriyi nazarlık olarak bırakıp buraya, kitabın bölümlerine geçelim. Birinci bölüm, varlık ve öte/ki; Ontolojide ve varlıkla ilişkisinde Heidegger ile kurduğu bağı kopartırken Heidegger’den öncesinden de ilhamını kesen, yeni bir şeyler söylemek lazım diyen Levinas… Varlıktan çıkmak hatta belki insanın bulantılarının kaynağı görüp kaçmak isteyen Levinas… Tam buraya taş gibi bir tespit koyar ; “o ilk var sadece var olanın değil hiçliğin de olmadığı bir durumu ifade eder” der. Kopar gider hiçliğe yer arayan Heiddeger’den, ta ki en temelinden. Ardından hipostaz ile anonim varlığın bağrından doğan hiçlik; değerli hocam Hilmi Yavuz’un “ben bana çivilidir; isa’yla çarmıh neyse” dizesinde çivilenir, ki böylesi tanıdık bir sanatta yer edindirme dehasından kucaklıyoruz Gözel’i. Devamında; şimdinin özgürlüğünde acı çeken öznenin gelecek ile beslediği umud; zaman! Ölümün gizemindeki umud ile birleşmiş tüm zamanlar ve bir nevi izafiyet ve aşk… İkinci bölüm, başkalık ve aşkınlık; Heiddeger’den ileri ve başka, varlıktan ileri ve başka, aşktan ileri ve başka… Bu rutinde ilerlerken kitap, Özkan’ın da belirttiği gibi “Levinas başkanın filozofudur”, başkanın çevresinde döner durur. Batı felsefesinin başat unsuru olan, 'aynı'nın emperyalizmine; onun dışsal olanı, başka olanı messetme yönelimine karşı, felsefi bir mücadeledir. Üçüncü bölüm, etik öznellik; Beşerin ancak öte/kine açılma demek olan etikte insanlaşabileceğini varsayan Levinas için varlıktan soyunmak dünyada yersiz olmayı gerektiriyor ki buna ontoloji pek cesaret edememiştir. Konu dışı saymak kolayına gelmiştir ya da… “Onlar öyle bir yakınlık isterler ki uzaklığa benzesin; öyle bir vuslat talep ederler ki onda ayrılık olsun” alıntısı ile İmâm-ı Rabbânî dizesine geldiğinizde senkroninin zıddı “diyakroni” kavramını daha yerinde anlamlandırabilmek, yazarın çerçeve çizmesindeki çapraz dehasından diyebiliriz. Kitap içerisindeki, bu çapraz anlatı tekrarını sağlarken, zihinsel karmaşayı hem sürdürüp hem geride kalanları sakinleştirip dinginleştiren üslubunu ayrıca tebrik etmek lazım. Hattızatında; “arifin son mertebesi nedir” sorusuna; “olmadan önceki gibi olması” cevabının verilmesinden ilhamla, okumadan önceki gibi ayrıldığınızı zannettiğiniz sayfalar bundan sonraki yazılı felsefi literatürde, mevcudun yanına bir pencere daha açmanızı sağlayacaktır. Son olarak; Gözel’e göre, Levinas felsefesinde, varlıktan soyunmuş, kendisinden çıkmış kimse, Kutsi Olan’a yönelmiş etik öznedir ve etik özne, veli figürüne yakınsar, giderek ermek fikrine doğru meyleder. Tasavvufa dokunduğu veya zorla dokundurulduğu mu çok emin olamadım ama bu yeri bu yazının dışında bırakıp, anlam hakkını okuyucuda saklı tutmayı tercih etmek, doğrusu olacak kanısındayım. Sonuçta Levinas’ın da dediği gibi; “obsesyon dışarı ile bir ilişki değil midir?” Öyledir! Ruhuna Kitap Blog / 18 Nisan 2019 Perşembe

    Devamını Oku
  • Sanatın geleceği, geleceğin sanatına bağlıdır

    07.10.2019 Sanat, Din ömer lekesiz, özkan gözel, sanat

    Ömer Lekesiz Aylık edebiyat dergisi Muhayyel’in 9. (Ocak 2019) sayısında, son kitapları Ketebe Yayınları arasından çıkan Özkan Gözel’le Cemal Şakar’ın sanatın mahiyeti, dünü, bugünü ve geleceği üzerine yaptığı bir söyleşi yer alıyor.Bu söyleşide, Gözel’in yayımlanan son kitabı Kendi İçine Düşmek’te (Ketebe, İstanbul 2018), “Sanat ve Hakikat” başlığı altında, nazari planda ele aldığı kimi hususlar, Şakar’ın soruları eşliğinde güncel sorunların da kaydına dönüşmüş.Gözel, “Et kokarsa tuzlarsın, tuz kokarsa ne yaparsın” deyimi üzerinden, çağdaş sanatın ölümüne dair yargılara atıf yaparak, gün itibariyle endüstrileşen, ticari nesneye dönüştürülerek tümüyle kapitalist bir çarkın içine çekilen sanatın, artık kurtarıcı olmadığını, bilakis asıl kendisinin kuratılmaya muhtaç hale geldiğini söylüyor.“Sanatı neden kurtarmalıyız?” sorusuna ise, onun teslim edildiği “makus” çarktan kurarılmasını önceleyerek, kurtarma ve kurtarılmaterimleri üzerinden şu cevapları veriyor:“Peki ama, aktüel sanat bir yana, genel olarak sanat bize bir kurtuluş vaadinde bulunabilir mi? Kuşkusuz sanat bize bir şeyler vaat eder. Ama kurtuluşu vaad edebilir mi? Bilindiği üzere Heidegger yaşadığımız ‘teknolojik nihilizm çağı’na çare olmak babında sanatın önümüze büyük imkanlar açtığına inanıyor, giderek de sanatın bizi kurtarabileceğini yani selamete erdirebileceğini vehmediyordu. Sanat burada adeta dinin yerine geçmiştir. Nitekim Heidegger öldüğünde, vasiyeti üzere, mezarının başında Hölderlin’den mısralar okunmuştur, ilahi / veya dua niyetine. Şiirleri Heidegger sağlığında kendi seçmiş ve orada oğlu okumuştur bizzat. (...) Heidegger Hölderlin’e modern zamanların yalvacı muamelesi yapar, onun mısralarını evirir çevirir, adeta ayet hadis gibi tefsir eder, tevil eder. Bu çabayı ya da bu eğilimi son derece ilginç ve semptomatik buluyorum. Zira, anlaşıldığı kadarıyla, Batı metafiziğinden nam-ı diğer onto-teolojiden ümidini çoktan kesmiş olan filozof, ‘Kehre’den sonra yani düşüncesinin sonraki evresinde adeta yana yakıla tutunacak bir dal aramakta, bunu da asıl ve asil sanat olarak şiirde, bilhassa Hölderlin’in şiirinde bulmaktadır. Ben, sanatın bize çok önemli bir imkan sunduğuna inanmakla birlikte, o kadar ileri gitmiyorum tabiatıyla! Bu beşeri faaliyeti vahiy mesabesine yerleştirmiyorum söz gelimi. Bununla birlikte, sanat eğer içine düştüğü açmazdan çıkıp belini doğrultabilirse, hakikat araştırmasında önümüze yeniden imkanlar açabilir diye ümit ediyorum. Sanat toplumun kıymet hükümlerine istinaden ve bunları yükseltmek üzere işlev görebilir ya da görmelidir diye inanıyorum. (...) Peki bu şartlarda sanatın geleceği ne ola ki? Sanatın geleceği, geleceğin sanatına bağlıdır. Bekleyip göreceğiz.”Sanatın, tam olarak dinin (Hıristiyanlığın) yerini almasa da, “en azından ona alternatif teşkil eden bir tinsellik formu oluşturduğunu” belirten Gözel, “sanatkara bir fonksiyon yüklemekten ziyade, sanatkarın kendisinin bir fonksiyon olduğu” düşüncesinden hareketle, “sanatkarın sanatın önüne geçirilmemesi ya da üstüne çıkarılmaması gerektiği”ni vurgulayarak, bu minvalde kendisinin “berzah” terimi üzerinden yeniden bir temellendirme yapmaya ihtiyaç duyduğunu söylüyor.Bundan hareketle Gözel, Batı metafiziğinin “bir kapanıma uğradığını”, bizde ise kendi ilgili kaynaklarımızın tüketilmek bir yana henüz tam keşfedilmemiş olduğunu belirterek, İslam metafiziğini, Tasavvuf’u ve Kelam’ı “alıcı bir gözle” yeniden ele almanın ve işlemenin gerekliliğini, Tasavvuf metafiziğini düşünmenin de İbnü’l-Arabî’ye müracaatı kaçınılmaz kıldığını zikrederek şu kaydı düşüyor:“Bu büyük dimağ, bu deha ne yazık ki Vahdet-i Vücudçu doktrin içinde boğuntuya getiriliyor ve tüketiliyor. Ben İbn Arabî’nin düşüncesinin bu mahut doktrinden fazla ve –evet söylemeye cüret edersem- belki de başka bir şeyler bulunabileceği kanaatini taşıyorum.”Sanatın doğru anlaşılması ve anlatılması tahtında Gözel’in başka kanaatlerini de ihtiva eden söz konusu söyleşinin tamamını Muhayyel’den okumanızı önerirken, bilvesiyle şu hususun altını da çizmek istiyorum:Hükümleri kemale erdirilerek tamamlanmış bir din olan İslam’a (Maide 5:3) inananların sorumluluk alanları, bununla mütenasip olarak evrenselleşmiştir.Mütefekkir bir Müslüman, bu manada sadece kendi dindaşından değil, Rabbinin hükmü altındaki her insandan yana sorumludur: Kendi dininden olmayanları da, ateşten sakındırılması gereken bir çocuk hükmünde görüp, onları yanlış düşüncelerden ve fiillerden korumaya çalışır. Sanat da bu bağlamda onun alakasına muhtaç olarak, muvahhid bir esasa göre yeniden yapılandırılması yönünden onun üstüne vazifedir.Bir Cağaloğlu şairinin şiirlerine sosyal medyada güzelleme döşemekle sanatı konuşmuş olmayacağımız gibi, merdivenaltı sergilerindeki hatları görmek ve yazmakla söz konusu vazifemizden kurtulmuş olamayız.Özkan Gözel’in sanat nazariyatıyla ilgili çabasının zikrettiğim mahiyette bir sorumluluktan kaynaklandığını görüyor ve özel bir ilgiyle izliyorum. Yeni Şafak / 20 Ocak 2019  

    Devamını Oku
  • Gökte Yıldız Arar İken

    07.10.2019 Din, Felsefe ömer lekesiz, gökte yıldız arar iken, özkan gözel

    Ömer Lekesiz “Bizim madde tasarımımız” der Bergson, “bedenler üzerindeki olası eylemlerimizin ölçüsüdür; ihtiyaçlarımızı ve daha genel olarak işlevlerimizi ilgilendirmeyen şeyin ortadan kaldırılmasından kaynaklanır.”Bu Bergsonal çerçeveye, manevi taleplerin teşekkül serüvenini de katarak, bizi ilgilendirmeyen şey(ler)in ortadan kaldırılmasının, (en geniş anlamıyla canlı /ruhlu ve düşünen / tinli) bedenimize, maddi ve manevi planında en gerekli olanı seçebilmesi için yer açmak olduğunu söyeleyebiliriz.Bununla kastettiğim, boşaltma değildir çünkü, boşaltmamızda bir ölçme, bir hesap-kitap vardır; orada tam da ortalık yerde durduğu halde, bize gerekmediği için bir var’ı yokluğa havale etmemizi (mevcut iken, zihnen / tinsel olarak nâmevcut hale getirmemizi) kastediyorum; Özkan Gözel’in Ketebe Yayınları’ndan çıkan kitaplarından birine ad olarak verdiği Kendi İçine Düşmek’in gereğince gerçekleşmesinde etken olan hesapsızlığı.Ancak, arz ettiğim maksatla ortadan kaldırdığımız şeyler, (bize rağmen) var olmayı sürdürdükleri için, sanki yoksanmalarının intikamını alırcasına bizim kendilerine toslamamıza / içlerine düşmemize de neden olurlar.Gözel’in adını zikrettiğim kitabında, buna dair harika bir denemesi de yer alıyor.Gökte Yıldız Arar İken başlığını taşıyan bu denemesinde Gözel, belirttiğimiz türden bir durumu, toslayanın Kendi İçine Düşmek’teki samimiyeti bakımından sevimliliğini, “Gökteki şeyleri bilmeye onca tutkuyla çabalarken burnunun ve ayaklarının dibindekinden habersiz”liği bakımından gülünçlüğünü, düş-ünme ve düş-me edimiyle birlikte harmanlayarak anlatıyor.Gözel, son tahlilde düşmeyi, düşünmenin bedeli olarak olumlarken, Thales’le ilgili meşhur örnekten hareket ederek şunları söylüyor:“Thales, başı göklerde düşünceli ve dalgın bir şekilde yürüken birdenbire kuyuya düşüvermiş ve bu suretle hizmetçi kızın yani düşünceyle pek alışverişi olmadığı anlaşılan ‘avamdan’ birinin alayına muhatap olmuştur. Yine de ilginç ve öğreticidir hizmetçi kızın sözleri. İlk bakışta bir ‘çelişki’yi açığa vurur gibidir bu ironik sözler: ‘Gökteki şeyleri bilmeye onca tutkuyla çabalarken burnunun ve ayaklarının dibindekinden habersiz!’ Peki ama burada yatan bir çelişki midir gerçekte, yoksa felsefeyle iştigal eden biri olarak Thales’in başına gelen ‘tabii’ ya da ‘beklenilebilecek türden’ bir şey midir? Platon’a sorarsanız ‘Aynı alay felsefeyle hemhal olan herkese uygun düşer.’ (...) Hatırlatmalıdır ki philo-sophos ‘hikmeti seven’ ve bu yüzden işbu ‘hikmeti arayan’ kimse demektir. Demek ki o ‘hikmete sahip’ (hakîm) değildir ya da henüz sahip değildir; sahip olsaydı ‘yürüyüşünde ölçülü / mutedil / tabii olması’ (vaksıd fi meşyike, Lokman 31:19) icap ettiğini yani nasıl yürümesi gerektiğini daha baştan bilmesi gerekirdi! Henüz hikmete (tam manasıyla) ulaşamamış filozofta hayata karşı bir tür acemilik vardır hâlâ. Gökle yer arasında uyumlu, senkroize bir tavır sergileyememektedir tam manasıyla, acemiliği bundandır. Göklerin cazibesine kapılmış olduğundan, yeryüzünde konukluğun gereğini bihakkın yerine getirememektedir. Kelamın semavi yurdunda tıpkı bir albatros gibi kanat çırparken gündelik gailelerde, sıradan ahvalde yani dünya işlerinde bocalayabilmektedir.”Benim toslama / içine düşme terimiyle karşıladığım bocalamayı, Wittgenstein’ın hayat söz konusu olduğunda kendisini ‘huysuz bir atın üstündeki acemi bir binici’ gibi nitleyişiyle makulleştiren Gözel, Çehov’un “sahnedeki tüfek patlamalıdır” sözünü teyiden, kendisinden yukarıda yaptığımız alıntıda yer alan Albatros’un şair kılıklı imgesini de Baudelaire’nin aynı adlı şiirini hatırlatarak tahkim ediyor:“Şair, ey bulutlardan toprağa sürgün ece,Oklara göğüs geren, dostu fırtınaların,Yuhalarlar yeryüzünde, seni de, gündüz geceYürümene engel olur, ağır dev kanatların.”Bunlardan baktığımızda, bizzat hayatın kendisinin, Adem ile Havva yoluyla içine düş-ürüldüğümüz şey olduğu gerçeği ortaya çıkıyor. Bergsona tekrar müracaat ederek bunu şöyle de söyleyebiliriz: Bedenler üzerindeki olası eylemlerimizin ölçüsü olarak madde tasarımımız, manevi taleplerimizle birlikte, asıl insan olmak bakımından, insanlığımızı unutturacak kalabalıkların tasfiyesini zorunlu kılıyor.Gözel de kısmen bu vargıya yaslanarak şu sonuca ulaşıyor:“Bize düşen aramak yine de, düşe kalka aramak. Usanmadan, yılmadan, korkmadan aramak. İcabında düşmeyi güze alarak gökte yıldız aramak. Her halukârda düşünme çabası düşümeyi göze almayı icap ettiriyor.”Ki, Cenab-ı Hakk’ın, Adem ile Havva’yı dünyaya düşürürken, düşürdüğü biraz da onların düş-ünme çabası değil midir zaten?Ve düşünce, düş-ürülmemize neden olan düş-ünme çabamızla, düşürüldüğümüz yere (cennete) düşe kalka varmamızın yegane yolu değil midir zaten?O halde düşünenin, tenhalığı (kendisini ilgilendirmeyen şeyi –sonradan içine düşecek de olsa- ortadan kaldırmayı) talep etmesi onun hakkıdır. Yeni Şafak / 26 Ağustos 2018.  

    Devamını Oku
  • Varlıktan Başka

    07.10.2019 Felsefe varlıktan başka, murat güzel, özkan gözel

    Bilme, fenomenoloji ve logosun sınırlarında Murat Güzel 20 yüzyıl felsefesi içinde Husserl ve Heidegger’le başlayan fenomenolojik geleneğin 1930’lu yıllarda Hegelciliğin etkisi altındaki Fransız düşünce çevrelerinde tanıtılmasında başat bir rol oynayan, böylelikle ilkin bir Husserl ve Heidegger uzmanı olarak tanınan Emmanuel Levinas, İkinci Büyük Savaş’ta yaşanan birtakım acıların da yoğun etkisiyle önceden hayranı olduğu Heidegger düşüncesini aşma çabasında kendi özgün felsefi yaklaşımını geliştirir. Felsefe tarihi boyunca hep ‘ilk felsefe’ olarak ele alınan ontolojiyi bu konumundan etmeye dönük bir çabadır bu: İlk felsefe olarak etik.Esasen Levinas’a göre Batı felsefesi tekil, ayrı, başka ve farklı olanı baskılama ya da indirgeme yoluyla sürekli gözardı eden bir ‘aynılık felsefesi’dir. Varlıktan ve bilmeden ‘başka türlü’ olanı varlığa ve bilmeye, onların aynısına indirgeyerek silikleştiren bu tutum, beraberinde giderilemez bir bütünleştirme, tümleme iştihası da doğurur. Levinas için ayrıyı, başkayı ve farklı olanı sindiren ya da dışlayan bu yaklaşım Avrupa’da ortaya çıkmış Nazizm’i de ele almanın güzel bir vesilesine dönüşür. Bir nevi Nazizm travmasına bir cevap ve bu travmanın oluşumunda etkileri azımsanmayacak ölçüde olan aynılık mantığına bir reddiye olarak görülebilir Levinas’ın felsefesi.Sadece Heidegger’le değil, onunla birlikte Husserl, Descartes, Hegel, Rosenzweig, Buber, Marcel ve Bergson’un düşünceleriyle alışverişler, tartışmalar, kimileyin açık, kimileyin zımni polemikler içeren Levinas felsefesinde birbiriyle bağlantılı şu üç eleştirel hattın belirleyici roller üstlendiğini ifade ediyor Varlıktan Başka adlı kitabında Özkan Gözel: Ontoloji eleştirisi ve ona bağlı olarak gelişen bütünlük eleştirisi ile entelektüalizm/idealizm eleştirisi.Dört ana kavramLevinas’ın ilk felsefe olarak etik tasavvurunu Levinasçı metafizik olarak ele alan Gözel, bu metafiziğin nirengi noktalarını analiz edebilmek için dört kavramı esas ittihaz ediyor: Başkalık, anlam, duyarlık, öznelik. Levinas’ın felsefesini tarihsel gelişimi içinde irdelemeye özen gösteren Gözel onun ontolojiye, bütünlük fikrine, entelektüalizme ya da idealizme yönelik eleştirilerinde bu kavramların ve onlarla ilişkili meselelerin önemli bir rol oynadığını düşünüyor. Gözel’e göre Levinas paradoksal bir biçimde ‘zuhur’un, ‘tazahür’ün  ötesini kurcalıyor. Ve böylelikle Levinas sayesinde ilk felsefe mertebesine yükselen etik öte’nin biricik ‘mazhar’ı haline dönüşüyor. Gözel’in gözlemlediği tuhaflık şurada: Felsefenin, düşünmenin, bilmenin, logosun erişimine açık olmayan bu öte yine de felsefi bir dille ifade ediliyor. Gözel, Levinas felsefesinin bu açıdan felsefenin, bilmenin, logosun ve fenomenolojinin sınırlarında gezinen bir tür “eşik felsefesi” olduğunu savlıyor. Levinas felsefesi üstüne Türkçe yazılmış ilk derli toplu kitap sayabileceğimiz Gözel’in kitabı sosyal bilimlerde sık sık atıfta bulunulan ‘öteki’ kavramlaştırmasında bu felsefenin payını tartışmıyor, o tartışmalar yerine doğrudan Levinas metafiziğinin temel sorunlarını okura tanıtıyor, bu metafiziğin anlaşılmasında yararlı bir rehber sunuyor. Kitabın, Gözel’in Fransızca yazdığı doktora tezinin sonuç bölümünü dışarıda bırakılarak kendisi tarafından çevrilmiş bir hali olduğunu da ekleyelim.  Star / Açık Görüş 30.06.2018

    Devamını Oku
  • Hızır ile Musa

    07.10.2019 Din hızır ile musa, özkan gözel, nihal özdemir

    Nihal Özdemir Kitabın ilk sahifesini açıyoruz ve yolculuğumuz Kuran-ı Kerimden ayetlerle başlıyor. Kehf suresi 65. ve 70. ayetler: Hz. Musa, Hızırve yolculuklarındaki en temel ilişki olan sabır üzerine…Belki hepimizin bildiği, okuduğu ama sırrına tam da vakıf olamadığı sabır…Sabret, sabırlı ol, sabrı tavsiye et diye bir çırpıda ifade ettiğimiz ama nasıl yapılacağı hususunda tam bir kuram ve eylem oluşturamadığımız konudur sabır. Hem en iyi bildiğimiz hem de hiç bilmediğimiz bir mefhumdur. Yazarın farklı üslubu daha kitabın ilk sahifelerinde kendisini belli ediyor. Uzun uzun cümlelerin kapladığı alışılagelmiş kitap sayfaları yerine az ve öz itina ile seçilmiş kelimeler mevcut. Kelimeler diyorum çünkü hepsi bir cümlenin parçaları olarak var olmuyorlar. Tek başlarına birer cümle gibi karşınıza dikiliyorlar. Anlamadan geçmeniz ise mümkün değil çünkü ilmek ilmek örülmüş kitabın bir kelimesini anlamazsanız bütünü de kavrayamazsınız. Özkan Gözel adeta kelimeler çok önemli öyle hemen bir çırpıda okuyup geçemezsiniz diyor. Ancak bir o kadar çelişkili şekilde bir çırpıda da okutuyorlar kendilerini. Ve hemen başlıyorlar birer damlalar gibi içinize düşmeye oradan da gözlerden sızmaya. Bu cümleler o kadar konsantre edilmişler ki gözden damlayanlarla karışmak üzere sunulmuşlar. Gönlünüzde, dimağınızda, bilincinizde, bilinçaltınızda sahip oldukları yerlere öyle güzel ulaşıyorlar ki…Ey okuyucu yolculuk istikameti en derininize… En derine gitmek için öyle vurucu darbeler planlanmış ki bunlardan ilki kırk yıllık kelimelerinizi baştan tanımlamak oluyor. Yıllardır fütursuzca kullandığımız, anlamını merak bile etmediğimiz NE kelimesi ile tanışıyoruz önce. Meğer Ne de neler varmış. Neden Ol’a geliyoruz. Neydik ne Olduk diyoruz içimizden. Bu iki temel kelime yolculuk boyunca bize eşlik ediyorlar. Bir sonraki sayfaya geçmek için sabırsızlanıyoruz lakin kitap sabrı zerk ediyor damarlarımıza sakince ama bir pencere daha açmanın heyecanı ile çeviriyoruz sayfaları. Her bir pencere ile içimize serin, taze ve bol oksijen depoluyoruz. Yolculuk beni, bana anlatıyor. Sabır diye bildiğimizin bizi ne kadar yorduğu, hırpaladığı ve canımızı çektiğini öyle iyi anlatıyor ki sanki bir psikiyatrist koltuğunda uzanmış içinizi acıtan her şeyi dile getiriyorsunuz. Bunu sizin adınıza öyle iyi yapıyor ki o zehri önce içinizden atıyorsunuz. Anlaşılmanın huzuruna teslim oluyorsunuz. Bir yazar için okuyucunun güveni daha nasıl kazanılabilir bilmiyorum.Ne ve ol’dan sonra sıradaki durağımız Kimesne. Kimesne gibi hep var olan, orada duran ama rağbet görmemiş kelimelerin yıldızını parlatıyoruz. Nesne ile cansızları ifade ederken kimesne bize canlı nesneleri tanımlıyor. Kimesne bir bakıma kendimizi bilmek demek. Neden olan kimesne olur. Yolculuğun istikameti ise kend’olmak. Sabrımızın sızdırma noktalarına da tampon yapıyor yazar. Sızdıran yerler önemli, öyle bitiyor hayat yolculuğumuzun yakıtı. Sizin de sabrınız sızıyor mu? Sabrınızla tanışın… NE Olmadığınızı, KİMESNE olduğunuzu, HİÇten doğduğunuzu tam da burada KEND olduğunuzu görün.Yazar kitabın editörlüğünü de üstlenerek yeniliklere imza atmış. Kelimelerle başınızı döndürürken metni biçimsel olarak da hareketlendirmiş. Yani tüm duyularınıza hitap etmeyi başarıyor. Dikkatiniz o yüzden hep açık kalıyor. Tekdüzelik ve sıradanlık yerini farklı bir özgünlüğe bırakmış. Doğrusu bu yüzyılda yaşayan gerçek bir filozofla tanışmak ve bir insanın ne kadar derinleşebileceğine şahit olmak bile güzeldi. Edebistan.com

    Devamını Oku
  • Yalnızlık ve Özlem

    07.10.2019 Toplum, Sevgi özkan gözel, yalnızlık, özlem

    Erol Göka Modern zamanlardaki maruz kalınmış yalnızlık, gerçekten çok büyük bir sorun. Yalnızlığa yapı olarak yatkın psikolojiler, haller, kişilikler ve yalnızlığın kaçınılmaz olduğu kader zamanları var… Kendi hayal dünyalarıyla yetinen şizoidler, şizofrenler, otistikler var. Yalnızlık kuyusuna düşmüşler, depresifler, sosyal fobikler, çekingenler var… Başkalarının alkışları olmadan, sahne almadan yaşayamayanların ürpertici yalnızlık hisleri var… Yakınlarını kaybedenler, tutunamayanlar, hastalar, sahipsiz yaşlılar kâh toplumun düşkün kılarak kendisinden tecrit ettiği ya da kendi kendini toplumdan tecrit edenler var...Sosyal tecrit ölüm cezasından beter, o yüzden kimi kültürlerde en ağır ceza olarak düşkünlük görülüyor... Ayrıca kirli bir mendil gibi işi bitince fırlatılıp sokağa atılanlar, terk edilenler var... Akran zulmüne maruz kalan ya da gruplara katılamayan ergenler... Sürgünler, muhacirler... Modern zamanlarda yalnızlığa maruz kalanlar saymakla bitmiyor. Onların hiçbirini görmezden gelemeyiz.Maruz kalınmış yalnızlıktan, hep edebiyatı yapılan, bağımlılık arzusunu bastırmaya yarayan yalnızlık histerisini, yalnızlık mızmızlanmasını ayırt etmemiz lazım. Asıl modern zamanlara özgü olan durum bu aslında. Yalnızlık korkusu, hep kalabalıklar içinde, tanıdıklar tarafından sarıp sarmalanma isteği… Bu abartılı yalnızlık hissiyatının tam karşısında yer alan “seçilmiş yalnızlık” halleri ise giderek azalıyor. Hakikat arayıcılarının, tefekkür yolcularının, dervişlerin, düşünce insanlarının ve yalnızlığın son koruyucuları olan şairlerin yalnızlığı...Evet, bakmayın ‘birey’ sözünün yüceltilmesine, insan ilişkisine emek değil bağımlılık penceresinden bakıyor modernler. Hakikatli dost olmak değil birilerine yapışarak yürümek istiyor. Bu nedenle “Sürekli aşktan bahsetmek istememizin, bundan hoşnutluk duymamızın altında bile varoluşsal yalnızlıkla yüzleşme korkusu var” diyor Psikanalist Julia Kristeva. Yalnız olabilme becerisinin ruh sağlığı için çok önemli olduğunu vurguluyor.Tüm bunları, değişik veçheleriyle yalnızlıkla ilgili önceki yazılarımızda ele aldık. Ama insanın temel hissiyatlarından birisi olan özlemi konuşmayı ihmal ettik. Hegel’den mülhem “insan arzusunun ayırt edici niteliğinin arzulanmak, beğenilmek” olduğunu söylemekten, marifet iltifata tabi olduğu belirlemesi yapmaktan farklı bir şey özlem. Hatta Emmanuel Levinas’ın ünlü “ötekinin yüzü”nün bizim için taşıdığı anlam ve ona mecburiyetimizi aşıyor, dilimizdeki “özlem” sözünün manası… Özlemi konuşmalıyız mutlaka.Ahmet İnam Hoca, “öteki ile yaşama sorunu”, “can cana yaşama sorunu”dur ve canı da, iki farklı yönlendirici güç hareket ettirir diyor. Bunlardan birisi, olanı sürekli olarak dışlayan “özgelik”, diğeri ise sürekli olarak toplayan “özgülük”. Özge ile özgünün buluşmasından, hatta özgeliğin özgülüğe izin vermesinden “öz” ya da “özne” ortaya çıktığı kanaatinde Ahmet İnam. Ötekinin ne diğeri ne de başkası olmayıp can hatta canan olduğunu fark etmemizi istiyor. Çünkü “Can, canları canan olarak görebilirse, yani canevinin kapısını çalabilir, ötekini de sonsuz olarak algılayabilirse, kendisi de onunla birlikte sonsuzluğa katılır. Bir can olarak insan, özge ve özgüyü harmanlamayı öğrenemezse, özgelik tehdidi ve özgülük bencilliğiyle tehlikelerle dolu bir dünyada yaşamaya mahkûm olur.”Bir başka filozofumuz Özkan Gözel ise dilimizdeki “öteki kişi” tam karşılığının “özge” olduğundan hareket ediyor. “Dışarının yakınlığı, Öz’ün Özge’ye Özlemi’nde açığa vurur kendini. Dışarıyla ilişki Özleme’dir. Özleme sadece bir duygulanım değil, Öz’ün fiilleşmesi, meydana çıkması ya da gerçekleşmesidir... Öz, yani Kendilik (Nefs) öz’ler. Öz, öz’leyerek Kendi olur. Öz, öz-leyişinde kendini Özge’ye açar. İletişimin sahiciliği ya da sahici iletişim Öz’ün Özge’yle ilişkisinde yatar. İletişimin özü, Öz-Özge ilişkisi demek olan Özleme’den itibaren anlam kazanır ve istikamet bulur...” diyerek sözünü ettiğimiz “özlem”in dilimizdeki özel anlamını açıyor.Ve son söz üstat Sait Başer’in: “’Öz’lem. Özümüzün fiili bu! ‘Öz’ün, ‘ruh’un hamlesi, asıl ‘öz’ü fark edip ‘o’na doğru çağlaması. Sevilenle aramızdaki bağ. Canımıza can katan, ruhumuzu dirilten iksir! Can cevheri!... Özlem! ‘Öz’den Öz’e kancalanmak. Sevdiğinin rengine boyanma sürecinin adı!... Özlem ateşi, ikiliği tüketme kararında Hakk’ın sizinle beraber olduğuna delalet ediyor… Çünkü… Bu âlemde ‘Kişi sevdiğinin rengine boyanır’ken o âlemde de kişi sevdiğiyle haşrolur…” Arapça’dan dilimize geçmiş olan “hasret”ten yola çıkarsak “hüsran”ı anlarsak da aynı yere varacağımızı söylüyor (Yitik Yurdun İçinde, s.93-95).“Biliyorsun bizim her türlü yalnızlığımız yeni bir dil olacak yarın” diyen büyük şairimiz Edip Cansever ile koyalım noktayı… 10 Mayıs 2018 / Yeni Şafak

    Devamını Oku
yazılanlar