İletişim çağı, teknoloji devri ya da modern dünya. İçinde bulunduğumuz döneme verilen bazı isimler bunlar. Artık modern dünya sayesinde bir çoğumuz fazlasıyla lükse sahibiz; ama uzmanlara göre aslında modern hayat bir yandan da yalnızlaşmamıza neden oluyor. Çünkü gelecek kaygısıyla kariyer planlarının peşinden gidiyoruz. Çevremizi kuşatan teknoloji ve sosyal medya da zamanla asosyal olmamızı hızlandırıyor. İşte hayatını yalnız başına geçirmek zoruna kalanlar için bu noktada aslında kadınlar için devreye sıra dışı fikirler giriyor. Yalnız kalanlar için en farklı uygulamalar genellikle Japonya’da görülüyor. Unicare isimli bir Japon şirket huzur sandalyesi geliştirdi örneğin. Yalnızlık çekip birilerinin sarılmasına ihtiyacı olanlar için tasarlandı. Üzerine oturana sarılan sandalye beş yüz dolardan satılıyor. Aynı şirket tek başlarına kalan yaşlıları da unutmadı. Paro isimli bir robot tasarlandı. Sevimli bir fok yavrusu şeklinde geliştirildi. Sahibine içmesi gereken ilaçları hatırlatıyor. Hatta onun için şarkılar bile söylüyor. Ancak en önemlisi yaşlı kadın veya erkek Paro’ya sarılarak özlediklerinin hasretini gideriyor. Bunun dışında Japonya’da kadınlara yalnız olduklarını unutturan kafe var. Başkent Tokyo’daki Buvi isimli kafe büyük ilgi görüyor. Ünlü çizgi film karakteri Buvi bu kafenin müşterileriyle yemek yiyor. Müşteriler kısa süreliğine de olsa yalnız olduklarını unutuyor. Bir de uşak kafeleri var. Sadece kadın müşterilere hizmet veriyorlar. Kafelerin içerisi özel kıyafetlerle hazırlanmış tiyatro sahnesi gibi. Müşteri daha içeri girer girmez prenses gibi karşılanıyor. Tacı giydiriliyor. Hatta yemeğin sonunda müşteri isterse uşaklarıyla birlikte hatıra fotoğrafı çektirebiliyor. Ama bunun için bin beş yüz yen yani yaklaşık otuz TL ekstra ödeme yapılması gerekiyor. Yalnızlık çeken Japon kadınlar için kiralık erkek arkadaşı sağlayan Japon şirketlerin de sayısı her geçen gün artıyor. Özellikle iş kadınları bu yönteme başvuruyor. Kendi seçtikleri yakışıklı bir erkekle bir akşam yemeği yiyorlar veya güneşin batışını seyrediyorlar. Bu kiralık erkek arkadaşı uygulama programında cinsel ilişkiye girmek kesinlikle yasak. Tüm bunların dışında yüz yirmi yedi milyon nüfuslu Japonya’da kadınların gün içerisinde uyumaları için kestirme kafeleri bulunuyor. Yoğun iş temposundan bunalan kadınlar hafta içi saat 8.00 ile 18.00 arasında hizmet veren bu kafelere gidiyor. On dakikası 150 yen yani yaklaşık 3 TL karşılığında gündüz uykuları yapabiliyorlar. Boşanmış anneler ve metroda tacize uğrayan kadınlar da unutulmamış. Japonya’da 2005’ten bu yana sadece kadınların kullandığı pembe vagonlar hizmet veriyor. Kadınlar kendi isteklerine göre her daim polisin teftiş ettiği pembe vagonları tercih ediyor. Veya sahil kenti Osaka’da boşanmış çocuklu kadınlar için bir site oluşturuldu. Kadınlar burada herhangi bir peşinat ödemeden ve kefile ihtiyaç duymadan daha düşük kira ödeyerek evlerde kalabiliyorlar. Yalnız yaşayanlar için sıra dışı bir uygulama da Amerika’da hayata geçirildi. Otuz yaşındaki Samanta Hess isimli bir kadının projesi bu. Samanta Hess de dünyanın ilk profesyonel kucaklayıcısı oldu. Kısa bir süre önce Haydi Beni Kucakla (Cuddle Up To Me) isimli bir kafe açtı. Burada saati altmış dolardan müşterilerine sarılma hizmeti sunuyor. Hatta daha kafeyi açtığı ilk hafta on binden fazla randevu maili aldı.
Devamını Oku“Özgürlüğe mahkûmuz!” Sartre ilk bakışta çelişki arz eder görünen bu mottoyu Avrupa’nın had safhada kimlik bunalımı yaşadığı bir dönemde dile getirmişti, İkinci Dünya Savaşı esnasında. Kimliklerin uçmasına, uçuşmasına, giderek silinip gitmesine methiyeler düzüldüğü zamanımıza uygun motto ise –Bauman’ın ağzından sadır olsa hiç şaşmayacağımız– “Özgürüz, çünkü özgürüz!” ifadesi olabilir. Denebilirse, Sartre’ın uçağı havada olduğunu bilmekle birlikte yerle yani kuleyle bağlantı arayan bir uçaktı –filozofun Marksizm ile uzatmalı flörtünü, keza Diyalektik Aklın Eleştirisi’nde giriştiği çabayı hatırlayalım. Bauman’ın “zaviye”sinden bakınca ise kuleyle bağlantısını yitirmiş, giderek böyle bir bağlantısızlığı kendi varlık hikmeti sayar olmuş menzilsiz, güzergâhsız bir uçakla karşı karşıyayız: ‘Uçan çünkü uçan bir uçak’. Uçaktaki yolcuların şen şakrak kahkahaları her türden kule bilincini yani ‘Kimiz, nereye gidiyoruz?’ sorusunu bastırmaktadır. Bu postmodern uçaktan farklı perdelerden, çoğul bir edayla, ama aslında yekpâre –evet, yekpâre– bir seda yükseliyor: ‘Kim isek kimiz; uçuyoruz, çünkü uçuyoruz!’. Hürlüğün, Hazzın ve Hızın belirleyici olduğu oyuncul bir döngüdür bu.Postmodernlerin ikili karşıtlıkları yapı-bozumuna uğratmaya olan düşkünlükleri malumdur; bu yüzdendir ki müphemliğe, akışkanlığa, ertelemeye bayılırlar. Ne ki, o çokça tebcil ettikleri fark (différence) bakarsınız kolayca kayıtsızlığa (indifférence) dönüşüvermiştir. Biz postmodernizm denen hadisenin, hem –esas anlamda– modernizmin bir süreği olduğunu, hem de –tali anlamda– (modernizmden) bir sapma olduğunu düşünme eğilimindeyiz: Modernizmin son-uc’unda süreği olduğu modernizmden bir ‘sapma’ olarak ortaya çıkan postmodernizm, bugün en azından bazı tezahürleri itibarıyla adeta sapma olarak sapma halini almıştır. Amerikan akademik ve entelektüel pazarının ‘postmodern düşünürler’ olarak yaftalayıp fikirlerini sulandıra-ballandıra üzerimize yapış yapış akıttığı Foucault, Deleuze, Derrida, Levinas gibi düşünürler –ilginçtir– postmodernizm yaftasını üzerlerinden hep silkelemeye çalışmışlardır. Yine de, belki kendileri rağmına da olsa, bugün bu düşünürlerin fikirlerinin postmodern bir alımlanışı ile karşı karşıyayız. Hakim ve yaygın bir alımlama tarzıdır bu.
Devamını OkuMutluluk dediğimiz daimi veya uzun süreli bir haz çokluğu ve acı yokluğu olarak nitelenebilir ilk elde. En azından insanların mutluluktan genel olarak anladığı (genel mutluluk anlayışı) bu yönde. Aranan mutluluk böyle bir mutluluktur ekseriya. Bulunan da! Mutluluk avcıları olarak acı veren ya da öyle görünen ne varsa ondan kaçıyor ve haz veren ya da öyle görünen neyse ona meylediyoruz tabii bir insiyakla. Saf(?) mutluluğu yani dolu dolu haz ile acıdan tam manasıyla uzaklığı arıyoruz mütemadiyen. Uçmağa duyduğumuz iştiyakın bir aksi ya da ifadesi bu adeta. Uçmak mutluluğun asıl yeri ya da yer-olmayanı. Ora’ya bu dünyadan varılır elbet. Peki ama biz faniler dünyevi mutluluk içinden ebedi mutluluğun tadını alabilir miyiz önceden? Bura’dayken henüz olmayan ora’dan bir esinti hissedebilir miyiz? Aşkla ve aşkta mümkün olabilir bu belki de. Belki de diyoruz, zira aşk çile ve ıstırapla karışık olarak yaşanabilen bir şeydir ekseriya.Bu dünyada mutluluğa çabayı ve zahmeti göze alarak erişilebiliriz ki bu da sona ermesi mukadder bir mutluluktur nihayetinde! Hangi mutluluktur ki ona ter dökmeden, çaba harcamadan, zahmet çekmeden ulaşabilelim? Demek ki mutlu bir hale girebilmek için –mutsuzluğu icap ettirebilen– acı, çaba ve zahmet gibi halleri kat etmemiz gerekiyor, gerekebiliyor. Keza, mutluluğun kazanılması, bir çilenin kat edilişi anlamına geliyor, gelebiliyor.Sâfi tatlılık veya hâzâ hoşluk olarak mutluluk var mı, varsa nerede var? Mutluluğun böylesi bu dünyada varsa bile muvakkaten var. Her ne kadar acıdan uzaklık ve haz duyma tabii bir şekilde aradığımız şeylerse de, burada duramaz, bunlarla yetinemez, öteye geçmek isteriz en azından bir kısmımız. Mutluluk var, mutluluk var o halde. İnsanoğlu bazen tatmin ile yetinmez, onun ötesinde itminanı arar. Mutluluğun hakikati onun hakikatle, dolayısıyla da selametle bağlantısında yatar. Aradığımız mutluluk, haklı ya da hakikatli bir gerekçeyle temellendirilmiş olmalıdır ki bizi itminana kavuşturabilsin, ruhumuzda tam manasıyla huzur ve sükûn hâsıl edebilsin. Tabiri caizse bu acının ve hazzın ötesinde bir mutluluktur! Hakikaten mutlu olmak için hakikate yönelmek, hakikat arayışı içinde olmak gerekiyor şu halde. Öte yandan, hakikate bu yönelme, hakikati bu arayış da –illâ ‘mutsuz’ olmayı değilse de– ‘mutsuzluğu’ göze almayı gerektiriyor gerçekte.
Devamını OkuFerhat olmak, varlık dağını delmektir. Niyâzî-i Mısrî Heidegger, Dasein’ın, şu halde özne’nin “öz”ünü Sorge olarak vaz ediyor. Sorge’yi Türkçe’ye “kaygı” olarak çevirebiliriz. Özne, kaygı’dan yapılmadır. Heidegger’e göre kaygı, özne’yi en temelde belirleyen duygulanım ya da haletiruhiye oluyor. Alman filozofun özne’yi klasik felsefeyi takip ederek animal rationale olarak, dolayısıyla bilgi, bilinç ve akıl (ratio) temelli bir varolan olarak değil de bir duygulanımdan, bir haletiruhiyeden (Befindlichkeit) hareketle tanımlaması bizim için ilginç ve öğretici gerçekten de. Yine de, biz, kendi payımıza, “kaygı”nın dahi “öz-leme”de temellendiğini ileri sürerek, öz-ne’nin “öz”ünü oluşturan şeyin tam da özleme olduğunu vaz edeceğiz. Şu halde, özneliğin tanımında ayrıcalıklı duygulanım kaygı değil, özleme olacaktır. Çünkü öz-leme yalnızca şu ayrıcalıklı duygulanımı ya da haletiruhiyeyi değil, aynı zamanda birebir olarak öz’ün fiilleşmesini yani isimden fiile çıkmasını, kısaca kendini gerçekleştirmesini ifade ediyor. Şu söylenebilir: Öz, öz-leme’de şu ayrıcalıklı haletiruhiyede, kuvveden fiile çıkıyor, bu da demek ki öz yani kendi esasen öz-leme’de kend’oluyor. Öz-leme, kend’oluş’a öz-sel’dir her halükarda. Bu demektir ki öz-ne öz-ü gereği öz-lüyor, öz-leyerek de kend’oluyor. Öz, öz-ler, tıpkı yağ-mur’un yağ-ması gibi. Nasıl ki yağ-mur yağ-arak kendini gerçekleştiriyorsa, işte öyle, öz yani kendi de öz-leyerek kendini gerçekleştiriyor. Başka bir deyişle, yağmur yağmada fiile çıkıyor, bunun gibi öz de öz-leyerek fiili çıkıyor. Özleme, özne’nin temel duygulanımı değildir yalnızca, daha da önemlisi onun fiilleşmesi/gerçekleşmesi/ortaya-çıkması’dır. Şu halde kaygı dahi özleme’de temelleniyor: Öz-lediğimiz için kaygı duyarız – tersi değil. Dahası, öz-leyerek kend’oluruz, kend’özümüzü buluruz. Özleme’nin kaynağı nedir o halde? O, öz’ün (kendi’nin) denebilirse “doğa”sından kaynaklanıyor: Öz özler doğal olarak, nasıl ki kendi kend’oluyorsa kendiliğinden. Özleme, öz’ün yani kendi’nin asıl duygulanımı olarak onun bütün varlığına yayılıyor; öyle ki o, özleme olarak, kend’oluş mâcerâmızda topyekûn varlığımızı belirliyor. Bu bakımdan; sair duygulanımlar, şu veya bu şekilde bu temel duygulanıma dayanıyor: ümit, korku, sevinç, kaygı, hüzün vs. Kend’oluş yani ki öznelik, ara-da-olma-ya-bırakılmışlık’tan yapılmadır haddizatında. Kendiliğe içkin bir ara vardır. Bu yüzdendir ki kendi kendi ile çakışma zorunluluğuna tabi değildir, kendi kendi ile örtüşmeyebilir; zira, kendilik tam da zamansal, dolayısıyla oluşsal olduğundan, bitmiş ve tamamlanmış, kapanıma uğramış bir varolan değildir. Kendilik (le Soi, die Selbstheit, the Selfhood, en-Nefs) tözsü bir ayniyet ya da bir kendine-özdeşlik değildir. Olduğumuz şey olarak kendilik, bir kend’oluş’tur, varlığımız zamana (süreye, sürece, oluşa, oluşuma) yatırılmıştır. Kend’oluş, kendine kapalı bir zâtiyet (entité) değil, ama ucu-açık bir oluş’tur; daimi bir oluşum halinde. Kend’oluş, bir “kendine-kapanım” olmak şöyle dursun, “ara-lık-bırakılmışlık”tan yapılmadır. O, “kendine-açıklık”tır; kendinden kendine, yine kendine ama yeni kendine geçişin asli imkânıdır. Kend’oluş, “ara-da-olma-ya bırakılmışlık”tan yapılmadır, evet. O, her nasılsa baştan ve bir kerede verilmiş sabit, değişmez, tözsü bir eidos’a (İng./Fr. essence; Alm. Wesen) sahip değildir, bilakis her daim öz-leme yani fiilleşme, dolayısıyla da oluş’um üzeredir. Hemen belirtmelidir ki burada “öz”ü, eidos anlamında değil de, Türkçe’nin imkânlarının elverdiği üzere, “kendi” anlamında ve “özge” (başka) ile bir çift-oluşturacak şekilde kullanıyoruz daha ziyade. Kend’öz-ümüz, öz-leme’de oluyor her ne oluyorsa. Demek ki, kendi’nin oluş üzereliği/zaman içreliği olarak kend’oluş, “oluş-halinde-olan-kendi”yi ifade ediyor. Bu oluş’u mümkün kılan ve dolayısıyla izah eden; evet, özleme’dir temelde – öz’ü duygulandıran ve bu surette de fiilleştiren özleme. Özümüz yani kendimiz zamansaldır, bu yüzden özleme’de kendimizden yine kendimize gelerek –ve tabii bu geliş esnasında özge’ye uğrayarak– kendimiz oluruz ki biz buna, tekrarlayalım, kend’oluş diyoruz. Kapanıma uğramamışlık olarak ara-lık bırakılmışlık, dolayısıyla da kendi kendimizle çakışmama imkânı, kend’özümüzü derinden belirler. “Öz” sözcüğü için Türkçe sözlük özetle şunu diyor: i) Kendi – nefs; ii) İki dağ arasındaki vadi – yol – ırmak.[1] İki dağ arasında uzanan vadi gibi, yol gibi, ırmak gibi var olur “öz” ya da “kendi” ya da “nefs” dediğimiz şu varolan. Nitekim, bir hadis-i şeriften nefs’in/kendi’nin “iki yanımız arasında” bulunan bir şey olduğunu öğreniyoruz.[2] Keza, Varlık ve Zaman’da da şöyle ilginç bir cümle ile karşılaşıyoruz: “Als Sorge ist das Dasein das ‘Zwischen.’ ” yani “Kaygı olarak Dasein ‘ara’dır.”[3] Öz-leme’nin temel kipleri ilk ve asıl olarak i) Öz’ün öz ile yani kendi’nin kendi ile ilişkisi (relation de soi à soi) ve ikinci olarak da ii) Öz’ün özge ile yani kendi’nin başka ile ilişkisidir (relation de soi à autrui). Öz’ün özge ile ilişkisi (ii), onun kendisi ile ilişkisini (i) varsayar; zira öz’ün özge ile ilişkisi esasında onun kendi ile ilişkisinin dolayımlanmış ve/veya türevsel bir tarzından başka bir şey değildir. Bu demektir ki benim başkasıyla girdiğim ilişki esasında benim kendi kendimle girdiğim bir ilişkidir, şöyle ki ben başkasına giderken esasında kendime giderim. Bu demektir ki ben başkasını tanırken, başkası dolayısıyla kendimi tanımış olurum. O halde, olağan koşullarda, ben’in başkasıyla ilişkisinin esasında ben’in kendi ile ilişkisinin bir kipi anlamına geldiğini söyleyeceğiz. Olağan koşullarda, ben’in kendi ile ilişkisi asıl ve başkasıyla ilişkisi fer’dir, ikincisi birincisine râcidir çünkü, meğer ki aşk gibi bir “olay” söz konusu olsun. Kendisinde özleme’nin arzu’ya (désir) inkılap ettiği vakadır aşk olayı. “Olay” dedik; “olay” burada “olağanüstü vaka”ya işaret ediyor. Öz’e içkin bir ara-lık vardır ki öz-leme’de ve öz-leme olarak kendini gösterir. Nitekim biz o ara-lık sayesinde/yüzünden öz-leriz öz-ler isek. Öz-leme, öz ile öz, keza öz ile özge arasında ayrılık suretinde ara-lığı varsayar ve bundan ötürü de kavuşma ve yakınlığı talep eder. Ara-lık kapanmaya yakınsar asimptotik bir biçimde, ama bunu başaramaz. Öz’ün özlemle yakın-ması, yakın-madaki yakın-laşma arzusu, işbu öze içkin ara-lık’tan dolayıdır daima. Keza öz’ün yakınması, ayrılığın ortadan kalkması, dolayısıyla kavuşma talebidir. Bu talep, bu-ara-da olmayana arzudur, onunla birleşme, henüz ve/veya burada olmayana ergi özlemidir. Bu özlemde oluş “durum-aşırı” bir olasılık olarak kendini gösterir. Öz-leme, bir ara-yış’tır. Öz, kendini ve aynı zamanda özge’yi arar. Öz, öz-ge’de kendini arar. Bir açıdan bakıldığında bu arayış, bulma özleminden çok bul-un-ma özlemine yöneliktir. Veyahut bu ara-yış, özgeyi bulduğunda onda özünü (yeni’den) bulma özlemi olmalıdır. Böyle olarak özleme, öz’den yine öz’e ama yeni öz’e bir harekettir, öylesine ki işbu özlemede kendini ikrar ve inkâr bir arada, öz’de dönüşüm de bu arada gerçekleşir. Başka nasıl olsun. Öz’den öz’e bu ara-yış yolculuğunda, öz özge’ye uğrar. Dolayısıyla, özge öz’ün kendiyle ilişkisini dolayımlar. Böylece, öz’ün kendi ile ilişkisinde özge asli bir uğrak olarak öz-leme’ye katılır: Öz’ün öz’e doğru mâcerâsında bu gerekli bir dolayımdır, zira kend’oluş yolculuğunda asli bir uğraktır özge. Peki ama, hakikatte, öz için özge bir “dolayım”dan veya bir “uğrak”tan “fazla” bir şey ifade ediyor olamaz mı? Özge “öz-için yapılanmış” bir varolan olmanın ötesinde bir şey, öte bir şey ifade ediyor olamaz mı? Öz (kendi) için özge (başka) “kendinde bir erek” olamaz mı mesela? Bu, ahlak bir yana, örneğin, “aşk olayı”nda ya da “olay olarak aşk”ta mümkündür. Bu “olay”da kendi kendinden kendine gelirken (ya da giderken) uğradığı başka’da kendini kaybeder, edebilir. Aşka uğradığında kendi, kendinden geçer, geçebilir. Ahlak bir yana, aşk örneğinde, özge öz’e “gerek” olmanın ötesine geçip öz için pekâlâ “kendinde bir erek” haline dönüşür, dönüşebilir. Aşk olayında –olay olarak aşkta– özge artık basit bir uğrak, bir dolayım değil, ama kendinde bir erek oluyor. Dolayısıyla, öz-özge ilişkisi burada –Levinas’ın başka bir bağlamda diyeceği gibi– ihtiyaç-tatmin düzeyinin ötesine geçiyor ve “arzu” (désir) halini alıyor, böylece özlem/e arzu kipine bürünüyor: Arzulayan (öz/kendi) arzuladığında (özge/başka) asla öz-ümseyip-kendinin-kılamayacağı “fazla”yı arıyor ve o fazla”ya varmak üzere kendini, burnu yokluğa değercesine, eksilttikçe eksiltiyor. Ara-yış olarak aşk! Öz’ün kendini özge’ye ara-lamasıdır ki aşkı başlatabiliyor. Kendi’nin kesafetinin dağılmasıdır bu. Kendi’nde hiçleşme kertesinde bir latifleşme imkânıdır bu hakeza. Öz’ün kendini özge’ye ara-layışı olağandışılığında aşk dediğimiz “olay”ı mümkün kılıyor. O halde, sair olaylar gibi aşk olayı da öz’ümüze içkin şu “ara-da-olma-ya-bırakılmışlık”tan kaynaklanıyor. Nihayet, aşk ve arzu (sair duygulanımlar/haletiruhiyeler gibi) kaygı’dan (Sorge) ziyade öz-leme’de temelleniyor. Olasılığın, yeniliğin ve sürprizlerin zamansallığı olan sarmal zamansallık aşkın da zamansallığıdır ki onda özge’ye kavuşmaya müteveccih senkroni ile işbu özge’den ayrı kalıştan mütevellit diyakroni bir arada, aşık da bu aradadır. Aşkta artık dünyadan değilizdir. Aşk kend’oluş’un umut ve korku arasında uç bir ola-sılığıdır ki onda ölüm-ve-olum sarmal bir biçimde iç içe geçer. Aşk hem olumsaldır hem de ölümsel; aşk ne olumsaldır ne de ölümsel. Hem o hem bu; ne o ne bu. Aşkın trans-diyalektiği! O, kendini anlağın hazır kalıplarına sunan bir “deneyim” (expérience) değil, daha ziyade aklın ya da bilme’nin her kavrayışından, her kapsayışından, her kuşatışından kaçan tekinsiz bir “mâ-cerâ”dır, keza bil-mece değil de muamma’dır. Aşk dünyadan değildir; zira aşk bizi dünyaya (burada-bulunuş’a) raptolmuş, mıhlanmış, zımbalanmış kalmaktan, onun sıkış tepiş ve yapış yapış doluluğundan çeker kurtarır; tutar, kaldırır ve seyrelterek bizi nihayet Varlığın fevkine, esîr’in hür alanına bırakır. Aşk dünyadan bir irtifadır, Sonsuz’a açılım olasılığı belirmiştir bu arada. Aşk’ta Varlığı olağan-lık değil de olası-lık kipinde duyarız tam da. Öz yani kendi; aşkta –aşkî özlemede– öte’ye geçmeye yeltenir. Varlık dağını delmeye yeltenir gözü kara. Yeltenir, çünkü Varlık dar gelmede ona. Yeltenir ölümün ötesine geçmeye. Geçmek, burnu yokluğun burnuna değme pahasına. Geçmek bilme’nin ötesine bile hatta. Aşkın trans-ontolojisi! Aşkın trans-epistemolojisi! Aşkın… Bir özlem sarmış bağrı ölümden yüce[4] * Ne – Varlık ve Hiçlik (2020, Ketebe) [1] Ayrıntı için bkz. Gülensoy, T., Türkiye Türkçesindeki Türkçe Sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, TDK, Ankara, 2007, “öz” maddesi, s. 679-680. [2] “Senin en büyük düşmanın iki yanın arasındaki (nefsin)dir.” Beyhakî, Kitâbü’z-zühd, s. 156-157, nr. 343; Deylemî, III, 408, nr. 5248; Aclûnî, I, 160, nr. 412. [3] Heidegger, M., Sein und Zeit, Max Niemayer Verlag, Tübingen, 1986, , s. 374. [4] Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın bir mısraı
Devamını Oku