Menü
  • Teknoloji ve Teemmül

    04.12.2019 Tarih, Felsefe, Makale Teknoloji, Varlık, Varlığın Teknolojik Kavranışı

    Özet

    Bu çalışmada, Heidegger’in düşüncesinden hareketle, çağımızın temel bir meselesi olarak teknolojiyi, dolayısıyla da varlığın teknolojik kavranışını tartışacağız. Çağımıza hâkim, otonom bir fenomen hâline gelmiş bulunan teknoloji, insan ile varlığın arasına girmekte ve insana varlığın teknolojik bir kavranışını dayatmaktadır. Bu problematik kavrayış, insana varlıkla bağını unutturmakta ve ona yeryüzünde bulunuşun anlamını, giderek de anlamın kendini kaybettirmektedir. Hesâbî ve/veya temsilî düşünme, teknolojik kavrayışı beslemekte ve desteklemektedir. Heidegger teknolojik kavrayışa karşı antidot olarak teemmülî düşünme tarzını öne çıkarmaktadır. Düşünmenin aslı teemmüldür. İnsan “düşünen varlıktır” derken kastedilen onun “teemmül eden bir varlık” olmasıdır. Teemmül, bizi dinginliğe (Gelassenheit), dolayısıyla varlığın hakikatine götürür. Heidegger, teemmülî düşünme ve dinginlik çerçevesinde, teknolojiye ve teknolojik kavrayışa karşı, iki mühim tavırdan söz eder: “eşyaya karşı kayıtsızlık” ve “gizeme açıklık”. Dinginlik içre ve teemmül üzere yaşayan insan, teknolojiye “hem evet hem hayır” demesini, dolayısıyla da teknolojik aygıtlarla uygun bir ilişki kurmasını bilir. Keza, varlıkla bağı taze kalan bu insan, yeryüzünde dingin ve anlamlı bir şekilde ikamet etmek nedir, bunu bilir. Heidegger’de teemmüli düşüncenin “eşyaya karşı kayıtsızlık”ın yanı sıra bir diğer bileşeni -işaret ettiğimiz üzere- “gizeme açıklık”tır. Biz her iki bileşeni teknolojik dünyamızda deneyimleyebiliriz. Kendimizi gizeme açık tuttuğumuzda, dünyanın temsilî ve/veya hesabi tasavvurunun dar ufuklarının ötesine geçmek mümkün olabilir. İmdi, bu surette biz, gizem olarak kalanı ya da kalması gerekeni bilimin indirgeyici ışığından kaçırabilir ve gizemin muammalığına saygı duymasını öğrenebiliriz. Bilimin veya teknik aklın gizeminden-ettiği dünyamızda, gizeme yani ölçülemeze, tanımlanamaza, kavranılamaza yeniden yer açabilir ve ölçünün, hesabın, tasarımın ve nesneleştirmenin çözülmüş-çözülecek bir şeyden ibaret olarak tasavvur ettiği varlığa sürpriz-karakterini iade edebiliriz; öyle ki, bu durumda, önüne-koyduğu (vor-stellen) her şeyi kolayca “bilme nesnesi” hâline getirip kendi terimlerine tercüme ederek tüketen teknik-bilimsel aklın indirgemeci tavrına karşı daima teyakkuz hâli içinde oluruz. Sonuçta, “eşyaya kayıtsızlık” ile “gizeme açıklığı” uhdesinde tutan insan, “hem evet hem hayır” dediği teknolojiyle uygun bir ilişki tarzı geliştirebilir ve yeryüzünde dingin bir ikamete yol bulabilir. 

    Giriş

    Fert ve toplum olarak acâyip bir meselesizlik içinde yuvarlanıyoruz. Acâyiplik, gündelik hayatımızı işgal eden irili ufaklı onca mesele (!) içinde “yeryüzünde mevcudiyetimizin anlamı” diye ifade edebileceğimiz şu can alıcı meseleye hiçbir şekilde yer açmamaktan, onu âdeta sümen altı etmekten kaynaklanıyor. Bir şeyleri, hele esasa ilişkin bir şeyleri mesele edinmek bizzat insanlığımızın gerektirdiği bir özellikse şayet, meselesizlik insanlığımızdan derece kaybına veyahut da bir nevi düşmüşlüğe işaret etse gerek.

    Heidegger, Dasein’ı, kendi varlığını (giderek de varlığı) kendine mesele edinmesi (es geht um…) bakımından diğer varolanlara üstün tutuyor. Özü endişe/kaygı/ihtimam (Sorge) olan Dasein, kendi varlığını mesele edinirken varlığın kendini (Sein) de mesele ediniyor veyahut da ondan bu bekleniyor. Varlığı, varlıktaki yerini sormak, soruşturmak, temalaştırmak Dasein’a mahsus bir imtiyaz. Onu diğer varolanlara nazaran üstün kılan şey tam da bu. Mesele, bu imtiyazı, bu üstünlüğü, kuvveden fiile kimin çıkaracağında düğümleniyor: Kim düşünmeyi varolmaklığının temel tarzı addedecek, kim düşüne düşüne kend’özüne girmeye ahdedecek? Kim sahici bir varoluşu üstlenmeyi göze alacak?

    Gündelikliğin (Alltäglichkeit) akışında kendini yitiren ve böylece meselesizleşen insanın meselesizliği, sosyolojik boyutu çoktan aşan ontolojik bir mesele olarak önümüzde duruyor. Bu ileri teknoloji çağında, temel bir hâletiruhiye olarak -âdeta zamanın ruhu gibi- ferde ve topluma arız olan meselesizlik ontolojik olduğu kadar -bir anlamda- etik de: Meselesizlik dediğimiz ve bugün umumi bir hâl alan hâletiruhiye, via negativa yeryüzünde ikamet etiği ile esaslı bir şekilde irtibatlı.

    Çağdaş insan meselesiz bir hayatı üstün tutuyor; hayatını meselesiz bir şekilde sürdürmeye bakıyor. Bu, çağımızda, hakikat mefhumunun, dolayısıyla da anlamlılığın yitirilmesiyle ilişkili bir bakıma. Hayatını sürdürürken ekseriya “Ne olsa gider” diyen çağdaş insan, belli ki “Nereye gidiyoruz?” sorusundan pek hoşlanmıyor. Öyle de olsa, değil mi ki bu insan “düşünme” yetisini bil-kuvve uhdesinde tutuyor, hayatımızı kuşatan teknolojiyi soruşturması, dolayısıyla yeryüzünde bulunuşun ne idüğüne kafa yorması beklenebilir hâlâ ondan. En çok da kritik durumlarda. Burada “kritik” derken kelimenin içerdiği her iki anlamı da kastediyoruz. Kritik (critique < crise) hem “krize-ilişkin” (i) demektir, hem de “eleştirel/ tenkidî” (ii) demektir. Kriz anlarında (i) teknolojinin “mesele-olma” özelliği kolayca yüzümüze çarpıyor ve acı tecrübelerden ders çıkarma imkânı doğuyor. Meselâ dünyanın şurasındaki veya burasındaki bir nükleer santralde yaşanan endişe verici bir durumunda söz konusu olduğu gibi. Ancak teknolojinin “mesele-olma” niteliğini fark etmek için illâ bir krizle, bir felaketle karşılaşmak gerekmiyor. Düşünce gücümüzü veya eleştirel (critique) yetimizi (ii) işleterek de teknolojiye içkin “mesele-olma” niteliğini kavrayabiliriz. Burada, çağdaş insanın davet edildiği şey, işte bu ikinci durumdur: kriz anlarını beklemeden işletebileceğimiz eleştirel/kritik tavır, dolayısıyla da düşünme/teemmül.

    Makaleyi İndir