Uyuyoruz. Hayatımız bir rüya. Ama bazen uyanırız, rüya gördüğümüzü bilecek kadar.
L. Wittgenstein
Bu metinde delilik, velilik ve dâhilik ama aynı zamanda bunlar arasındaki geçişlilikler üzerinde duracağız. Bunlar bir nevi anormallikler ya da fevkaladelikler olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla burada kısmen Michel Foucault ve Michael W. Dols’e yaslanarak deliliği ve sair durumları daha geniş bir çerçevede anlama imkânını ele alacağız ve delilik dediğimiz olayın tıbbî-psikiyatrik bir hadiseye daraltılamayacağına değineceğiz. Dahası, toplumun içinde, daha doğrusu kıyısında veya dışında yaşayan anormal ve olağandışı diğer bireylerin durumlarını söz konusu edeceğiz.
Bu metnin başlığı Deliler, Veliler, Dâhiler. Metinde, ilerleyen aşamalarda zaman zaman değineceğim isim, ‘deli dolu bir veli’ tabirinin kendisine işaret ettiği Ebubekir Şiblî, bir tasavvuf kahramanı, manevi hayatın bir dâhisi. Şibli hicrî 4., miladî 10. asırda yaşamış. Cüneyd-i Bağdâdî’nin çağdaşı, müridi, yoldaşı. Devâment emiri olarak gayet yüksek bir makamdayken her ne olduysa, bir sözden, bir olaydan, ya da bir hâlden fevkalade etkilenerek, “delice bir hareketle” emirliği bırakmış ve baldırı çıplak sufilerin arasına karışmış. Karışma o karışma. Bu bakımdan o tacı tahtı bırakıp tasavvuf yoluna baş koyan İbrahim Ethem’e benzer. Hayatına ve sözlerine bakıldığında deli mi yoksa veli mi olduğu ilkin belli olmayan bir sima ile karşı karşıyayız. Onda denebilirse delilik, velilik ve dâhilik iç içe geçmiş vaziyette.
Burada elbet başka tabirler de gündeme geliyor: meczupluk yani “cezbeye kapılmış” anlamında meczupluk, keza divanelik yani “deli divane” derken başvurduğumuz tabir olarak divanelik, dahası mecnunluk ki “cünun”dan geliyor ve cinnet geçiren, cinlere kapılmış, cinler tarafından tutulmuş kişi manasına geliyor. Doğrusu bu tabirler biraz kaygan ve kaypak, sınırları flu, çok net değil. Aslında kim deli, kim akıllı hakikatte çok da belli olmayabiliyor. Ama şu kesin gibidir ki birini “deli” olarak yaftaladığınız zaman onu bir şekilde köşeye sıkıştırmış oluyorsunuz.
Asr-ı Saadet’ten önce Cahiliye döneminde Hz. Peygamber İslam’ı tebliğ etmeye başladığı zaman müşrikler onu başka sıfatların yanı sıra deli veya mecnun olarak adlandırıyorlardı ve bu surette onu köşeye sıkıştırmayı, toplumun ve aklın dışına atmayı amaçlıyorlardı. Bu bakımdan delilik ithamına maruz kalmak tehlikeli bir konuma sıkıştırılmak ve toplum nazarında gözden düşürülmek manasına geliyor.
Delilik benim tabirimle bir kendinden çıkma biçimi, tıpkı –belli bir anlamda– velilik gibi. Ancak insan kendinden çıkabilir; sair varlıklar, söz gelimi bir taş, bir bitki, bir hayvan, hatta Tanrı daima kendinde ve kendiyledir. Evet, bir tek insan kendinden çıkabilir yani ne ise o olmayabilir. İnsan hayvan altı bir konumla melek üstü bir konum arasında seyyal bir varlıktır. Bu özellik bir tek ona mahsustur.
Öte yandan “kendinden çıkma” saf anlamda kendini terk etme değil, daha ziyade bir kendilik katmanından bir diğerine geçme manasındadır. Ölüm bir yana, mutlak anlamda kendinden çıkmak diye bir şey yoktur. Fizikî olarak anlarsak kendinden çıkmak ancak ölmek manasına gelir. Ancak kendinden çıkışı fizikî olmayan bir anlamda anlarsak, farklı bir kendilik veya varlık katmanına dâhil olmak manasına gelir. Dolayısıyla kendinden çıkmak demek, yeni bir kendilik içine girmek yani bir anlamda kendini yenilemek manasına gelir. Bu bakımdan kendinden çıkmak, manevî içerimlerinin yanı sıra somut ve görünür içerimlere de sahiptir: Kendinden çıkanın hayatı ve dünyası değişir.
Kendilik dediğimiz yalınkat bir şey değildir, onun katmanları vardır. Kur’an’da bu katmanlar nefsin üç katmanı şeklinde yer almaktadır. Nefs-i emmâre en alt, en aşağı, en düşük katmandır. Kötülüğü emreden ve ona zorlayan nefs katmanına nefs-i emmâre denir ve bundan bir şekilde çıkmak, kurtulmak, yükselmek icap eder. Evet, “çıkmak” tabiri burada bir üst katmana geçmeyi, dolayısıyla da yükselmeyi ifade eder. Nefs-i emmâre’nin bir üstündeki kendilik katı nefs-i levvâme’dir ki bu da kendini levm eden yani kınayan nefs manasına gelir. Nefs-i levvâme aslında oto-kritik yapan kendi kötülüğünü gören ve bundan rahatsız olan nefs manasındadır. Kendi kötülüğünü görüp bundan rahatsız olmak esasen vicdan sahibi olmaktır. Evet, rahatsız vicdanın söz konusu olduğu nefs katına biz nefs-i levvâme diyoruz. İyi vicdan aslında rahatsız durumda olan vicdandır. Dolayısıyla vicdanımızın rahat olması çok da iyi bir şey değildir. Dikkatinizi çekerim: Kur’an’da (Kıyâmet, 75/2) bu nefse yemin edilmiş yani önemine/değerine dikkat çekilmiştir. Nefs-i levvâme’nin üstündeyse makbul olan, tercihe şayan olan, ulaşılması güzel ve iyi olan ideal bir nefs katmanı vardır ki bu da mutmain yani itminana, içsel tatmine ermiş dediğimiz nefs katmanıdır. Bu nefs-i mutmainne; iyiliklerle bezeli, cennete gireceği umulan, buna layık olan, cennete girmesi beklenen nefsin katıdır. Bu en üst ve âlâ kendilik katıdır ve burada itminan içsel tatmin demektir. Tatminin manevi ve içsel olanına, dolayısıyla daha derin ve kalbî olanına biz “itminan” diyoruz. Buna sahip olan nefse de mutmain nefis adını veriyoruz. Demek ki bir üst kendilik katına geçmek için önce mukim olunan kendilik katından çıkmak gerekir.
Bu üçlü tasnif Kur’an’da geçer ama tasavvuf bunu beşe hatta yediye çıkarır ve bu tasnife ara katmanlar ekler. Mesela nefs-i mülhime yani ilham alan nefis tasavvufun araya kattığı bu katmanlardan biridir. Ama sonuçta Kur’an’daki aslına indirgediğimiz zaman üç nefis katından bahsederiz. İşte ilmü’n-nefs bu üç kendilik katmanını hem kendi içinde inceleyen hem de bunlar arasındaki geçişlilikleri ele alan bir “b/ilim dalı” olsa gerektir diye düşünüyorum.
Doğru veya yanlış bir şekilde “ruh-çözümleme” olarak Türkçeleştirdiğimiz psikanalize gelince, psikanaliz çok büyük ölçüde nefs-i emmâre’nin yapısını, özelliklerini ve saiklerini araştıran, teşrih eden ya da deşeleyen “bilim” olma durumundadır. Sözgelimi Freud’un en büyük işi nefs-i emmâre ile yani psişenin en alt katmanı ile olmuştur. Ama ilmü’n-nefs prensip olarak id düzeyinde kalmaz, psikanalizin alanının ötesine geçer, yani kapsamı daha geniştir. Ama böyle bir b/ilim (henüz ya da artık) aktif değildir. Maalesef.
Konumuza dönersek “kendinden çıkmak” demek ki belli bir anlamda içinde bulunduğumuz nefs katmanının ya da katının üstüne, ötesine, dışına çıkmak manasına gelir. Bu çıkış bazen alta doğru da olabilir. Yani daha üst bir nefs katından daha alt bir nefs katına geçiş şeklinde de olabilir. Öte yandan kişi hep belli bir kendilik katında mukim olabilir, terakkisiz ve tereddisiz. Ve tabii bir üst kendilik katına, oradan da daha üst bir kendilik katına çıkmak da mümkündür. Dahası bu makbul ve matluptur ki tasavvuftaki yükseliş yolculuğu diyebileceğimiz seyr u sülûk tam da buna işaret eder. Seyr u sülûk yani yolculuk burada kendinden yine kendine ama yeni kendine bir terakki, bir tekâmül, bir çıkış, bir yükseliş demektir. Yolcu ya da sâlik burada kemâl ve itminan noktasına dek kendini kat eder. Nefs-i mutmainne kendini dolayısıyla varlığı kat ede ede yolculuğun nihayetine varmış velilere özgü kendilik katı olsa gerektir.
İmdi “kendinden çıkmak” velayetin ya da velayet yolunda olmanın yanı sıra neyi/neleri ifade eder? Kendinden çıkan, çıkabilen bir tek veliler ya da o yolda olanlar değildir. İnsan cünun yani delilik halinde de hususi bir anlamda kendinden çıkar. Dahası aşkta da bu böyledir, zira insan aşkta kendinden başka’ya yani maşuka doğru çıkar. Keza insan delilik ve aşkın yanı sıra vecd halinde yani ekstaz ya da esrime halinde de kendinden (dışarı doğru) çıkar. Bunlarda, bu saydığımız çıkışlarda biz belli bir varlık alanını terk etmiş oluruz ki esasında bu terk ettiğimiz varlık alanı normallik dediğimiz alandır. Norm-allik, cari normların geçerli olduğu gündelik-avamî-ortalama işleyişin alanıdır.
Heidegger bu alana das Man diyor. Bu alanın özellikleri nedir? Mesela biz şimdi bulunduğumuz ân içerisinde bir metin ile ilişki hâlindeyiz: Ben bu metni yazıyorum siz de okuyorsunuz. Biraz önce diyelim çay veya kahve içiyorduk, sonrasındaysa uğraştığımız işi bırakıp bir yerlere gidecek, birileriyle karşılaşacak, şu veya bu gündelik durum içine dalmış olacağız. Hayatın öyle pek fevkaladelik barındırmayan, rutin ve normal yani gündelik işleyişi böyledir. Heidegger işte hayatın bu gündelik işleyişi içinde, insanın herkes gibi ya da herhangi biri gibi olduğu bu durumuna das Man adını veriyor. Yani bu durumda biz herkes gibi ve herkes olarak var olur, yaşar ve eyleriz. Bu haldeyken ferdiyetimizi ya da biricikliğimizi duyumsamayız; sahicilikten ve sahihlikten uzağızdır. Her hangi biri olarak yuvarlanıp gidiyoruzdur. İşte “en yakından ve çoğunlukla” ya da “normal koşullarda” biz herkesiz veya herhangi biriyiz. Bir fevkaladelik söz konusu değildir bu durumda. Keza bu durumda her şey yolundadır, hiçbir olağanüstülük yoktur, anormallik yoktur; hayatın normal bir rutini vardır ve bu sorgulanmadan akıp gider. Bu akışa biz kendimizi boylu boyunca bırakmışızdır. İşte gündelik dünya hayatı, içinde yüzedurduğumuz normal ya da olağan hayat böyledir: das Man. Ama bu hayat bazen bir şekilde altüst olur ve hayatımızda bazı olağanüstü, olağandışı veya anormal deneyimler yaşar ve “kendimizden çıkarız.” Mesela bir yakınımızın ölümü, âşık olmamız veya bir nevi vecd ile kendimizden geçmemiz buna örnektir. Tüm bu anormal deneyimler, normallik dediğimiz bu gündelik das Man alanını yırtıp deler ve bizi buradan öteye taşır.
Evet, biz bazen, bazı özel durumlarda, gündeliğin, normalliğin, olağanlığın ötesine geçeriz veya berisine düşeriz. Bu “geçiş” veya bu “düşüş” aynı zamanda bir “kendinden çıkma” hadisesidir. Bunun en fazla billurlaştığı durumlardan birisi kuşkusuz sıradan ya da olağan mantığa ters düşmesiyle deliliktir. Toplumca kabul edilmeyen anormal bir durum ya da davranış söz konusudur delilik ya da meczupluk durumunda. Kişi kendinden çıkar o zaman ve bir daha da kendini bulamayabilir. Bunun gibi hastalık, keder, yas, anksiyete ya da ölüm gibi durumlar bizi normallik rejiminden çıkartır ve anormal bir duruma sokar. İşte bu anormalliklerin hem sosyolojisini hem de felsefesini yapmak gerekiyor. Bu anormallikler yoluyla bize ne oluyor? Ve biz nereden nereye geçiyoruz? İşte başvurup durduğum “kendinden çıkma” tabiri tüm bu durumlarla ilgili. Bu kavramın çevresinde biraz daha dolanmakta fayda var.
Daha önce belirttiğim gibi, kendinden çıkmak deyince delilik bir yana, akla gelen kavramlardan birisi de ekstaz kavramıdır. Kavramı ek-staz (ek-stase) olarak bölüp etimolojisine göz atarsak onun “kendinin dışında durma”, “kendinin dışına çıkma” manasına geldiğini görürüz. Bunun Türkçe veya Arapça karşılığı vecd olarak değerlendirilebilir. Bu durumu deliler ve veliler ve hatta çocuklar kendilerine göre yaşıyor bir şekilde. Çocuklar da oyuna soğrularak, massolarak, oyunda kendilerini kaybederek oyun içinde ya da oyun dolayısıyla belli bir ekstazı, vecdi yani esrimeyi yaşayarak kendinden çıkmış ya da geçmiş olurlar. Öylesine ki onlar oyunu ekseriya tam bir ciddiyet, hatta denebilirse çocukça bir vakar içinde oynarlar. Oyuna ne kadar ciddiyet atfederlerse o kadar vecitleri artar ve o kadar kendilerinden geçer. Biz yetişkinler çoğu zaman çocukların oyundaki ciddiyetine, dolayısıyla vecdine ulaşamayız.
Kendinden çıkanlar kervanına bir bakıma sanatkârları da dâhil edebiliriz. Sanatkârların önemli bir kısmı ya da has sanatkârların pek çoğu kabul etmek gerekir ki eksantriktir yani ayrıksıdır. Ek-santrik (ex-centrique) “merkez-dışı” demektir; merkez normalliktir; bu normalliğin dışına çıkarak onu eleştiren, soruşturan, tartışma konusu eden insanlardır sanatkârlar. Böyle olarak onlar bir parça kaçık, bir parça uçuk, bir parça tuhaf olarak algılanabilirler ki bunun örneği çoktur. Onlar da belli bir anlamda delilikten pay almış olabilirler. Onlar –kelimenin gerçek anlamında deli olmasalar bile– “kendinden çıkma” dediğimiz hâlden kısmen de olsa, geçici olarak da olsa pay almış olabilirler. Tabiî öte yandan kapris, kibir, tafra, ucub gibi netameli durumlar da söz konusu olabiliyor zaman zaman. Ayırt edilmesi zor, biraz karmaşık bir durum. Sanatkâr psikolojisini yani onun eserle, izleyiciyle ve tabiî kendi ile ilişkisini ayrıca ele almak gerekir.
Burada yine “delilik” kavramını genişletmiş ve sanatkârın durumunu bu “muammalı” kavramla bir şekilde ilişkilendirmiş olduk. Bu noktada pekâlâ şu soru akla gelebilir: Peki ama, insan bile isteye delirebilir mi? Farklı bir ifade ile insan isteyerek deliliğe giden yolu açabilir mi? Evet, isteyerek deliliğe (veya aşka) giden yola girebilir kişi; ancak bu onun illa delireceği (veya âşık olacağı) anlamına gelmez. İfade etmek istediğim şey delilik (ve aşk) tercih meselesi değildir, daha ziyade yakalanılan ya da maruz kalınan hâllerdir; ama yine de biz tercihimizi delilik veya aşktan yana koyarak deli ya da âşık olma şansımızı artırabiliriz! Şu da var ki “delirmek hakkını elde bulundurmak” herkesin harcı değildir.
Öte yandan, “kendinden çıkma” dediğimiz işbu fevkalade hadisenin gündelik hayatın tam da ortasında bazı müstesna anlarda kendini şöyle bir gösteriverdiği olur. İşte hayret ve hayranlık dediğimiz hâller dolayısıyla –küçük ölçekte de olsa– biz “kendimizden çıkarız.” Öyle sanıyorum ki bunları muvakkat ve düşük-yoğunluklu “kendinden çıkma” hâlleri olarak değerlendirmek mümkündür. Bu hâllerde ve bu hâller dolayısıyla başka ya da aşkın olanla belli belirsiz bir surette de olsa bir temas vuku bulmaktadır. Bunlar kısa bir süreliğine kendimizden çıkıyor(muş gibi) olduğumuz müstesna hâllerdir.
Anlaşılmıştır ki ben burada delilik, velilik, aşk, vecd hâli, çocukluk, sanatkârlık, dâhilik… için bir üst başlık olarak “kendinden çıkma”yı öneriyorum. Delilik, bunlardan biri ve en keskin, belki de geri dönüşsüz bir kendinden çıkma hâli. Ben deliliği daha geniş manada kavramak ve onu psikiyatrik, tıbbî ya da klinik bir söyleme hapsetmemek için, bu dar ve sığ çerçeveyi aşmak için bu üst başlığı öneriyor ve onun diğer kendinden çıkma kipleri ile olan muhtemel yakınlık ve benzerliklerine işaret ediyorum. Delilik veya değil, bu tip eksantrik deneyimleri kendinden çıkma tabiri ile açıklıyorum. Ayrıca kendinden çıkma bize nefs ve aynı zamanda varlık katmanları arasında geçişi ya da geçişliliği düşündürmelidir diyorum. Yani nefs katmanlarını kat ettikçe biz aynı zamanda altımızdakilerin veya gerimizdekilerin anlayamayacakları varlık bölgelerini de kat etmiş oluruz. Kendimizi tanıdıkça Varlığı tanırız. Dolayısıyla mesela tasavvuftaki seyr u sülûk dediğimiz şey bir seyri, bir yolculuğu ifade eder. Nefs katmanlarının ileriye doğru kat edilmesini, hem de bu yolla varlık katmanlarının aşılmasını ifade eder. Bu şekilde biz bura’dan ora’ya geçmiş oluruz.
Bura bizim herkes olduğumuz normallik/olağanlık/sıradanlık alanıdır. Gündelik-ortalama mantığın hâkim olduğu alandır. Bura’dayken biz sahicilikten ya da sahihlikten uzağızdır. Ama ora dediğimiz şey tanımlanması güç bir şekilde gündemimize gelen, öte olarak da adlandırdığımız ve bura’ya yabancı olan bir durum, yer veya yer-olmayandır. Ora, ima ve işaret bir yana, ağyara aktarılması zor, belki de imkânsız bir yer ya da yer-olmayan’dır ki sınır-durumlarda tecrübe edilir. Sınırları aşındıranlar ora’ya dair bir fikre sahip olabilirler. Yine, o hâl ile hemhâl olanları yani bir şekilde kendinden çıkma tecrübesini yaşamış olanları dinlemek, kısacası öteki’ne kulak vermek faydadan hâli değildir hiçbir şekilde. Burada ister istemez mistisizme gelip dayanıyoruz sanki.
İmdi tasavvuf nedir? Genelde tasavvuf batı dillerinde mistisizm olarak karşılanır, İslâmî mistisizm. Bu karşılığın muhtemel uygunsuzluğunu burada tartışma konusu edecek değiliz. İhtirazî kayıt düşerek devam edelim. André Lalande Vocabulaire Technique et Critique de la Philosophie adlı sözlüğünde mistisizmi “İnsan tininin varlığın temel ilkesiyle ya da Tanrı ile doğrudan ve mahrem birliğini amaçlayan bir durum, bir doktrin” olarak tarif eder. Bu birlik “normal varoluş ve bilgiye yabancı ve üstün bir varoluş kipi”ni varsayar. Yani bir şekilde normal saydığımız ya da olağan bulduğumuz varoluş ve bilgiye aykırı üst bir varoluş ve bilgi tarzı söz konusudur mistisizmde. Dolayısıyla bir tür anormalliktir, olağandışılıktır ya da fevkaladeliktir mistisizm. Yani tasavvufî deneyimler –çoğu durumda– anormal, olağandışı ya da fevkalade deneyimlerdir. Sıradan insanın, avamın tecrübe etmediği, bilmediği, yabancısı olduğu manevî-ruhanî-derunî tecrübeleri içerir. Aslında tasavvuf bir “kendiyle mücadele”dir yani “kendini alt etme” ya da “kendini kat etme çabası”dır. Yine, “kendinin kendi ile güreşi” yoluyla “kendinin ötesine geçme atılımı”dır. Bu çerçevede o, bir varlık veya nefs katmanından bir diğerine içsel yolculuk olarak adlandırılabilir ki bu yolculuk anormal hadise ve deneyimlerle gerçekleşen bir yolculuktur. Bu yolculuk kendinden yine kendine ama yeni kendine bir yolculuktur. Vecd yani ekstaz hâli elbet eksik değildir bu esnada.
Ekstaz yani kendinden çıkma olarak, vecd olarak adlandırdığımız şeyde biz das Man ile dolayısıyla normallik rejimiyle bağımızı koparırız. Gündelik yaşantıyla ve onun mantığı ile bağımızı koparırız, normallikle alakamızı keseriz ve yolculuğumuza bu şekilde devam ederiz. Bu gelişmenin etapları mutlak’a özlem, arınma çabası, çile, hakeza vecd ve kâmil bir yaşam olarak kendini gösterir. Tasavvuf yolculuğu bir çile yolculuğudur. Bu çile kuru bir çile değildir ama. Bu çilenin kalbinde bir arzu, daha doğrusu bir neşve yatar. Dolayısıyla çileli ama aynı zamanda neşveli bir yolculuktur seyr u sülûk dediğimiz. Bunlar normal olanın dışında gerçekleşen şeylerdir. Tasavvuf bu bakımdan cari normların, norm-al dediğimiz durumların dışına çıkmayı hedefleyen ve bu surette kâmil bir yaşamı göz önünde tutan bir pratiktir. Bu pratik esnasında (zaman zaman da olsa) akıl ve mantık silinir ya da paranteze alınır ve aşk dediğimiz şey galebe çalar. Spekülatif aklın sınırlarını bir aşk atılımı veya bir irade çabası ile aşmak söz konusudur burada. Bu bakımdan bu tür tecrübeler sağduyuya terstir, sağduyuyu aşar. Sağduyu ya da ortak duyu (common sense) tam da avamî-ortalama anlayış düzeyini ifade eder burada. İşte Maurice Blondel’e “Mistisizm dini faaliyetin ruhu mudur, yoksa insanî deliliğin bir biçiminden başka bir şey değil midir?” diye sordurtan bu husustur.
Acaba tasavvufta yaşanan tecrübelere ve/veya bir aşığın tecrübelerine nasıl bakmak gerekir? Bunlara bir tür delilik biçimi olarak mı yoksa dinî bir faaliyetin (bunu tasavvuf için söylüyorum) ruhu olarak mı bakmak lazım? Buradaki “deliliği” nasıl anlamamız gerekir sorunu ortaya çıkıyor. Deliliği dar anlamda psikiyatrik-tıbbî-klinik anlamda mı anlamalıyız yoksa geniş anlamda yani “bir toplumdaki anormallikler, cari ya da herkesçe muteber normların dışına çıkma yönelimleri ve/veya çabaları” olarak mı anlamalıyız? Ben deliliği –meczupluğu– daha geniş bir manada anlama taraftarıyım; delileri de psikiyatrların insafına bırakmama taraftarıyım. Onlara –her ne kadar bir bakıma öteki olsalar da– varlığı farklı bir tarzda tecrübe eden, nefisleriyle farklı bir ilişki içerisinde olan benzerlerimiz olarak bakma taraftarıyım. Benzerlerimiz, evet; zira onlar da bizim gibiydi ve biz de olanlar gibi olabiliriz. Böyle baktığımız zaman yani deliliği geniş anlamda ele aldığımız zaman aslında deliliğin aynı zamanda toplumsal bir üretim olduğunu, toplumsal bir algı meselesi olduğunu görmek kolaylaşır. Burada Foucault ve Dols’ün dediği gibi deliliğin tarih-üstü, sabit, özsel bir kategori olmadığını ama biçimi ve tarzı zamandan zamana ve toplumdan topluma değişmekle birlikte toplumsal bir inşa, toplumsal bir algı meselesi olduğunu söyleyeceğiz. Bu en azından belli bir açıdan bakıldığında böyledir.
Bunu şu şekilde temellendirebiliriz: Farklı zamanlarda farklı çağlarda deliliğe bakış farklı olmuştur. Modern zamanlarla birlikte delilik kapatılmaya maruz bırakılan ve psikiyatrik söylem tarafından belirlenen bir durum haline dönüştürülmüştür. Modern zamanlarla kastımız 17. asırdan bugüne kadarki dönemdir. Dols’ün tabiriyle Ortaçağ’da deliler çok daha özgürdü. Toplumun içinde yer alıyorlardı. Herkesin arasında, toplum içinde yaşıyorlardı. Kesin ya da keskin bir şekilde ötekileştirilmeleri söz konusu değildi. Sağlık memurları gelip onları kapatmıyordu söz gelimi. Onlar şiddet eğilimine başvurmadıkları müddetçe toplum içinde serbest bırakılıyorlardı. Ortaçağ’da kapatma pratikleri yok gibi ya da nadirdi. Ne zaman ki modern çağ başladı, o zaman delilik psikiyatrik olarak tanımlanan/çerçevelenen bir şey, tıbbî bir hastalık haline dönüştü ve deliler kapatma pratiklerine maruz bırakıldı. Toplumun dışına sürüldüler ya da kenarına atıldılar. Burada birinin deli olup olmadığına karar veren tıbbî merciler, mesela sağlık heyeti oldu. Ama Ortaçağ’da buna –Dols’ün dediği gibi– toplum karar veriyordu. Toplum eğer şiddet öğesi içermiyorsa bir delinin kendi içinde yaşamasına, barınmasına, dolaşmasına izin veriyordu. Kapatma pratiği nadirdi. Mesela Şiblî aşka geliyor, sermest olup taşkınlıklar yapıyor ve bir şekilde çevresini tedirgin ediyordu. Bundan dolayı da bu deli dolu sufiyi zaman zaman kapatma pratiklerine maruz bırakıyorlardı. Ancak bu nadir ya da uç bir örnektir; olağan koşullarda deliler –dediğimiz gibi– toplumun içinde serbestçe yaşıyorlardı. Bu hem İslam dünyasında hem de Batı’da böyleydi. Foucault’dan okuduğumuza göre Batı’da Ortaçağ’da deliler cünun halleri geçsin, kendilerine gelsinler diye gemilere doldurulup açık denizlerde dolaştırılıyordu. Osmanlı’da da dendiği üzere musiki ile vs. tedavi ediliyorlardı.
Evet, Foucault ve Dols’e göre toplumsal bir inşadır delilik. Dolayısıyla tarih-üstü, sabit ve özsel bir kategori değildir. Nitekim psikiyatrik söylemin zapturaptından kaçan, taşıp öteye geçen veçheleri vardır deliliğin. Delilikten başka türlü bir şekilde yani hâkim ve müesses söylemin dışına taşarak söz edilebilir.
İstiğrak hali gibi tasavvufî tecrübelere baktığımızda veya aşkta sermestlik gibi bir durum söz konusu olduğunda veyahut da bir sanatçının eksantrik halleri göz önüne alındığında burada da “delice” bir şey olduğundan bahsedebiliriz. Bu delice söz, tavır ya da hâl; Mevcut Durum’u yani normallik rejimini aşan, onu sarsan ya da en azından hedef alan bir şey olarak karşımıza çıkıyor. Ve sanatkârlar üzerinden konuşursak bunlar belki tam da bu yolla mesajlarını iletmiş oluyorlar. Yani sanatlarını bir aykırılık olarak icra etmiş oluyorlar, bu da bir anlamda delice bir faaliyet olarak görülebilir.
Sanat da kendinden öteye bir atılımdır. İnsanın daha iyi/güzel/anlamlı bir kendiliğe doğru mevcut kendinden çıkma atılımıdır. Sanat bunu yaparken Mevcut Durum’u eleştiri konusu yapar ve farklı olanı, daha ideal olanı, daha iyi olanı gösterir. Dünyayı, dolayısıyla da kendimizi kökten bir biçimde farklı görmenin önünü açar. “Böyle olmayabilir/di” düşüncesini ihsas ettirir. Her şey farklı/başka olabilir/di duygusunu kazandırır. İşte sanat “başka türlü” olanı ya da olanın “başka türlü” de olabileceğini bize duyumsatır. Bu bakımdan sanat bizi mesela hayret ve hayranlığa sevk etmesiyle “kendinden çıkma” ile bir ölçüde bağlantılı bir şeydir diye düşünüyorum.
Artık deha meselesine temas edebiliriz. Blondel’e göre nasıl ki yaratıcı kafaları, mesela bazı önde gelen bilim ve düşünce adamlarını biz “deha” olarak adlandırabiliyorsak, veliler, ermişler ve azizleri de “manevi hayatın dehaları” olarak adlandırabiliriz. Böylelikle, bizim mesela bir Şiblî üzerinden velilik ve delilik arasında kurduğumuz bağlantıyı o bu kez velilik ve dâhilik arasında kuruyor. Denkleme bir de dâhiliği ilave ediyor. Delilik, velilik ve dâhilik arasında geçişlilikler var demek ki.
Evet, veliliğe/azizliğe içkin bir dehadan söz ediyor Blondel. Ona göre mistikler ahlakî-derunî hayatın dâhileridir. Peki ama “deha” nedir burada? Bu soruya cevaben yine bir dâhiye başvurabiliriz: Wittgenstein’ın tanımına göre “Genie ist Mut im Talent” yani “Deha kabiliyette yürekliliktir.” İmdi bir kabiliyetimiz var ve biz bu kabiliyetimizi sonuna kadar, yürekli yani cüretkârâne bir şekilde kullanıyoruz. Bu şekilde ortaya çıkardığımız eser dâhiyane bir eser olarak adlandırılabilir. Dolayısıyla eğer biz yeteneğimizi ya da imkânımızı sonuna kadar kullanmak cesareti/cüretini gösterirsek, bu uğurda gözü kara yani “delice” bir çabayı ya da atılımı göze alırsak deli veya dâhi veya belki de veli olabiliriz. Bize verilen imkânı ya da kabiliyeti nasıl ve ne ölçüde fiiliyata çıkarıyoruz? Ortaya çıksın diye çabaladığımız şey uğruna gerçekte bütün varlığımızı ortaya koyuyor muyuz? Bu işin kısmen de olsa iradî bir yanı var sanki. Aslında her birimizde potansiyel anlamda bir deli, bir veli, bir dâhi yatıyor. Onu uyandırabiliyor muyuz? Potansiyel olan fiiliyata çıkabilir de, çıkmayabilir de. İşte mistisizm ya da tasavvuf bazı kendine mahsus usul ve yordamlarla bizde yatanı açığa-çıkarma yollarından biridir.
Evet, mistisizm dediğimiz şey aşk atılımının yanı sıra irade çabasını gerektiriyor. İradeyi işletme çabası… Nitekim mürit bildiğiniz üzere “irade eden” manasına gelir. Ama bazen irademizi “irade etmemeyi irade etme” yönünde kullanmamız icap ediyor olabilir. Nitekim Bâyezid-i Bistâmî’nin “İrade etmemeyi irade ediyorum” sözü malumdur. İrademizi kullanmamayı irade etmek de büyük bir irade gerektirir. İrade çabası dedik. “Kabiliyette yüreklilik” belki de böyle bir şey! Kendi imkânlarını sonuna kadar seferber etme, potansiyelini tam manasıyla aktüalize etme. Bu büyük bir sabrı, üstün bir metaneti, yılmaz bir azmi gerektiriyor aynı zamanda. Sabrı ben “edilginlik içre etkinlik” olarak tanımlıyorum. Belli bir açıdan bakıldığında da etkinlik ile edilginlik birbirine karışıyor sabır dediğimiz şeyde. Sanki üstün bir güç sizde eyliyor, sizin üzerinizden işliyor, bir şeye tercüman oluyor, vesile oluyorsunuz. İçinizde yatan uyanıyor.
İmdi, deliler-veliler-dâhiler, bunlar ekseriya toplumun dışında ya da kenarında yaşarlar ya da yaşamak zorunda kalırlar. Ama tasavvufta nihai anlamda ideal olan ya da asıl keramet arz eden durum toplumun dışında veya kenarında yaşamak değil, onun tam da ortasında yaşamaktır. Evet, bir bakıma asıl keramet budur. Bu ne demektir? İki tür meşrepten bahsedilir: Birisi Cüneyd-i Bağdâdî’nin meşrebi olan ehl-i temkin yani aşkı içinde yaşayıp dışarı taşırmama meşrebidir, normallik içinde kendi anormal iç hayatını sürdürme tarzıdır bu. Bir de Bâyezid-i Bistâmî’nin meşrebi olan ehl-i sekr vardır; bunlar sarhoşluk içre yaşarlar, aşklarını ve vecitlerini dışarı taşırırlar. Ama daha kâmil ve belki de daha zor olan birincisidir. Toplum içinde yaşayacaksanız daha ziyade temkin ehli olmanız gerekecektir.
Aslına bakılırsa tasavvufta ideal olan heterodoks, marjinal ya da ayrıksı bir tavır takınarak inatla ya da fuzuli yere toplumun dışında ya da topluma rağmen yaşamak değildir. Nihaî ve belirleyici tutum bu değildir. Amaç toplumun içinde, toplumdan biri olarak yaşamaktır ama kendi içsel kemalini muhafaza ederek bunu yapmaktır. Nakşibendîlikte bir düstur vardır: “Halvet der encümen” yani “Halk içinde Hak ile birlikte olmak”. Denebilirse deliliğini/veliliğini kendi içinde/derununda yaşamak bununla beraber (sureta) normal bir hayat sürerek bu hayatın sınırlarını beyhude yere zorlamamaktır. Yani ideal olan öyle bohem bir hayat içinde sürekli bir şekilde ve amaçsızca sınırları aşındırmak değildir. Zıpırlık ya da snobizm değildir. Yine Nakşibendîlikte başka bir düstur daha vardır: “Dil be yâr u dest bekâr”. Dil yani gönül yârda yani Allah’ta, el de işte! Bu demektir ki sen işinde gücünde olacak, onu aksatmayacaksın ama bir yandan da o aşkı, o vecdi, o istiğrak halini derununda muhafaza edeceksin. İşte bu dile kolay ama pratiğe dökülmesi gerçekten zor bir şey. Bu durumda içi ve dışı farklı olur insanın. Evet, halk içinde Hak ile beraber olmaktır asıl düstur.
Hiçbir deli sürekli deli olarak yaşayamaz, fizikî olarak mümkün değildir bu. Hiçbir âşık da sürekli âşık olarak yani aynı yoğunlukta hayatını geçiremez ya da çocuk bir şekilde büyümek ve vecdini kaybetmek durumundadır. Bunlar bizim insan olarak yaşadığımız deneyimler ve bu deneyimlerin kıymetini bilmek gerekiyor. Yani aşk, delilik, dâhilik gibi uç deneyimleri yaşadıysak bunlar bizi dalgınlıkla veya şuursuzlukla örülü Mevcut Durum’a ya da basitçe dünya hayatına, umumî ahvale karşı müteyakkız, eleştirel ve mesafeli kılmalı. Normalin içinde yaşamak, zorunlu olarak normal olmak demek değildir, nasıl ki dünyada yaşamak illa dünyevileşmeyi gerektirmiyorsa. Veya ben Mevcut Durum’u eleştirirken her zaman ve her koşulda eksantrik ve muhalif davranmak zorunda değilim. Sürekli bir taşkınlık, eksantrik durum ve vecd hâli olmaz.
“Hastalık Allah’ın kuluna hediyesidir” diye bir hadis mevcut. Böyle bakılabilirmiş demek ki. Bunları yani ara sıra yaşadığımız bu anormallikleri bize sunulmuş hediyeler gibi değerlendirmek ve unutmamak yani hatırda tutmak lazım. Onlar üzerinde tefekkür ve teemmülde bulunmak lazım. Ve bu donanım yoluyla hükümferma normallik rejimini ya da hergünkü gafil ahvalimizi gözden geçirmek lazım. Burada deliliğe övgüde bulunmuyorum ama bu ve bunun gibi sınır yani uç deneyimler yoluyla biz normallik rejiminin ne matah bir şey olduğunu anlayabiliriz; onun olumsal bir şey olduğunu yani mutlak ve tartışılmaz ve hele de vazgeçilmez olmayıp başka türlü de olabileceğini fark edebiliriz. Hakeza herkes olarak ve normalleştirici pratiklere tabi olarak yaşamanın tartışma konusu yapılması gereken bir şey olduğunu bu uç durumları yaşamış, görmüş geçirmiş insanlar olarak daha iyi fark edebiliriz.
Kabul etmek lazımdır ki umumiyetle gündelik mantığa gömülmüş bir şekilde gaflet içinde ömür sürüyoruz yani Mevcut Durum bizim için aynı zamanda içine gömüldüğümüz bir gaflet durumu oluyor. Ama mesela gündelik hayatın koşuşturması içinde araya bir yakınımızın ölümü gibi bir anormallik girerek bizi bir anlığına da olsa kendimizden çıkartıyor, sonra biz bu da geçer diyerek eski hâle avdet ediyor, Mevcut Durum’a tekrar dönüyoruz. İmdi ölümü ara ara da olsa hatırlamak, olan bitenin aslında başka türlü de olabileceğini, dünya hayatının mutlak olmadığını ve bu işleyişin bir sonu olduğu duygusunu bize yaşatır, yaşatmalıdır.
Çoğu insanın –ya da herkes’in– durumu şudur: Gece uyurken uyanıyor ve bir ara, 5-10 saniye kadar gözlerini açıyor ve sonra öbür tarafına dönüp tekrar uyumaya devam ediyor. İşte örneğimizdeki bir yakınımızın ölümü gibi bir durum bizi bir anlığına uyandırıyor uyandırmasına ama sonra tekrar eskiye dönüp mutat hayatımıza kaldığımız yerden, üstelik aynı tarzda devam ediyoruz. Hiç ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz ki “normal”i budur. Ama zaman zaman da olsa bu uç durumlara dönerek, onları, teemmül, tefekkür ve tezekkür ederek Mevcut Durum’u önce gözden, sonra elden geçirme şansımız var. Değerlendiririz ya da değerlendirmeyiz. Bunun yolu hayatın normal akışını tartışma-eleştirme konusu yapan, yapabilen sınır deneyimleri yaşamaktan ve hatırlamaktan geçiyor bir bakıma.
Tasavvufa dönersek, bu tecrübesinin, seyr u sülûk sürecinin elbet zor, çileli, meşakkatli bir tarafı var. Dahası bu tecrübenin ya da bu sürecin normatif yani kurallarla ilgili bir yanı var. İşte sıkı sıkıya uyulacak, adım adım takip edilecek bir takım kaideler, ritüeller, âdâb, erkân vesaire. Bu süreç hiçbir şekilde keyfî ya da rastgele değil, ama belirlenmiş, disipline bir süreçtir ki bir mürşidin varlığını ve nezaretini icap ettirir. Kişi kendinden çıkmak yani bir kendilikten bir üst kendiliğe geçmek üzere kendini bir mürşidin ellerine bırakır. Bu surette mürşidin rehberliğinde sıhhatli ya da sahih bir kendinden çıkış gözetilir ki bu kontrollü bir kendinden çıkış çabası olup delilikte olduğu gibi bir başına, spontane, fevrî ve tabiri caizse rastgele bir çıkış değildir. Evet, bu denebilirse ehlileştirilmiş ve sınırlara çekilmiş bir kendinden çıkıştır ve olası sıhhatini geçilecek yolları iyi bilen, zira kendi de evvelce bu yollardan geçmiş olan mürşidin varlığına borçludur. Belki biraz ileri giderek şunu söyleyebiliriz: Seyr u sülûk mürşit nezaretinde yani kontrollü bir şekilde bir nevi delilik ya da meczupluk alıştırmasıdır. Ama bu nevi delilikte asıl deliliğe içkin solipsizm ya da bir başınalık söz konusu değildir. Zira müridin yanı başında yardıma amade biri vardır daima. Nihayet, tasavvuftaki normatifliğin ya da kurallılığın uylaşımsal normatiflikle yani toplumda cari olan ve herkesin bir şekilde uymakla yükümlü olduğu genelgeçer normlarla doğrudan bir alakası yoktur. Bunlar tasavvuf yoluna özgü normlar olup çoğu zaman toplumda hâkim olan normların aksi istikamette işler. Az konuşmak, az yemek, az uyumak gibi. Aslına bakılırsa insan için mutlak anlamda normsuzluk diye bir şey yoktur. Saf anlamda delilik yani akıl bağından mutlak anlamda azade olma diye de bir şey yoktur. Dikkat ederseniz delilerin de bazı sabiteleri olduğunu fark edersiniz. Giderek deliliğe içkin bir tür “rasyonalite”den, bir nevi “şuurluluk”tan bahsedilebilir. Delinin zoruna bak deriz. Delinin zoru neyledir? Müesses ve müseccel akıl düzeniyledir, bu düzeni ayakta tutan yapıyladır. Bu düzene, bu yapıya aykırı giden her kimse potansiyel anlamda deli olarak yaftalanabilir, nitekim yaftalanıyor da. Deliliğin sosyolojik ve felsefi içerimleri vardır. O, basitçe akıl, şuur ya da sağduyu yitimine indirgenemez. Bu izah deliliği, meczupluğu ya da mecnunluğu tüketemez.
Yakınlarda ünlü bir psikiyatri profesörü kendi alanındaki sözüm ona ilerlemelere atıfta bulunarak, eğer yaşasaydı Mecnun’u sağaltabilirdik, iyileştirip sağlığına kavuşturabilirdik yollu sefilâne bir beyanatta bulundu. Yani normallik rejiminin muhafızı ve müdafii bu profesör psikiyatrideki son gelişmeleri tatbik suretiyle, Mecnun’u tımar edebilirdik ve onu yeniden toplum içine karışır hâle sokabilirdik, yeniden adam edebilirdik demeye getirdi. İşte deliliğe ve aşka dair –aşkî bir deliliğe veya delice bir aşka dair– bu dar ve darlık veren anlayışı bizim aşmamız lazım. Deliliğe (ve aşka) dair indirgeyici psikiyatrik yaklaşımı aşan ve aşındıran bütüncül bir tasavvur geliştirmemiz lazım. Bu maksatla mesela deliliğin farklı çağlarda ve farklı toplumlarda nasıl algılandığına bir bakmakta, deliliğe dair farklı tasavvurları göz önünde bulundurmakta fayda var.
Veli dediğimiz, kâmil veli dediğimiz kişi “normal taklidi yapan biri”dir bir bakıma – öyle olmadığı halde. Yani kâmil bir veli, bir ermiş dediğimiz insan bildiğimiz anlamda “normal” değildir ve fakat “normalmiş gibi” davranmasını bilir toplum içinde. İç dünyasında belki fırtınalar kopar, bunları ola ki yaşar bir şekilde ama dışarıya taşırmaz. Ancak bu veli tipinin daha altı vecd halini dışarı taşırır, ağyara duyurur – Hallac gibi. Hatırlatmak gerekirse Hallac’ı birçok mutasavvıf mütekâmil bir mutasavvıf olarak değerlendirmez; çünkü o sırrı açığa vurmuş, vecdini sokaklarda sergilemiştir. Bu nedenle kimilerince o üst ya da en üst makamda görülmez. Mesela Cüneyd-i Bağdâdî onu meclisinden kovmuştur. Cüneyd temkin makamındadır, onda şathiyeler olmaz. Şathiye deli dolu sufilerden sadır olur – Şiblî gibi. Şathiye normal dil içinde bir anlamı/yeri olmayan remizli ifadelerdir, çoğu zaman avamca ve dinin formel ölçülerine göre “saçmalık” ya da “haddi aşma” olarak algılanan sözlerdir. Mesela “Çıktım erik dalına, anda yedim üzümü” Yunus Emre’nin bir şathiyesidir. Hallac’ın ünlü şathiyesi ise “Hak cübbemin altındadır” şeklindedir. Bu şathiyeler dünyanın sınırlarında dolaşmaya başlandığında söylenir. Siz dünyanın sınırlarında dolaşıyorsanız yani das Man alanının dışına çıkmışsanız, herkes değilseniz gündelik mantığın dışına çıkmaya ve “saçmalamaya” başlarsınız. Ya şathiyeler söylersiniz ya da lâl olursunuz, diliniz tutulur. Çünkü “Dilimin sınırları dünyamın sınırlarıdır” diyor Wittgenstein. Dünyadan çıkınca, normallik rejiminden uzaklaşınca, bir kez “bu mevsimden dışarı” adım atınca uylaşımsal mantığa ya da itibarî dile göre “saçmalarsınız” yani anormal davranışlar sergiler ve ne anlama geldiği herkesçe belli olmayan sözler edersiniz. Bunun daha ötesi de lâl olma hâli. Suskunluk, daha doğrusu “dilin tutulması”. Ebu Abdullah Nebâcî şunu söylüyor burada: “Tasavvuf birsam (sanrı) hastalığı gibidir. Başlangıçta insan saçmalar. Fakat bu hâl kendisinde iyice yerleşince lâl olur.”
Wittgenstein’ın Tractatus’un sonunda “üzerinde konuşulamayan konuda susmalı” demesi gibi üzerinde konuşulamayacak konulara temas ettiği içindir ki dili tutulur insanın. Bir arkadaşınızla falan maç ya da feşmekân film hakkında saatlerce konuşabilirsiniz ama bir merhumun ardından yakınına taziyede bulunurken ne diyeceğinizi bilemez, cümle kurmaktan aciz kalırsınız; orada laf kabalığına ya da –daha kötüsü– belâgate yer yoktur. Bir nevi dil tutulması. İşte bu uç durumlar böyle bir vaziyeti gerektiriyor.
Burada belli kademeleri geçmiş, belli yolları kat etmiş olanlardan öğreneceğimiz şeyler olduğunu söylüyoruz. Çünkü onların dünya ile ilişkisi farklı. Bizim dünya ile ilişkimizin hakkaniyetli, doğru ve yerinde olduğu nereden belli? Yaşadığımız hayat hakikatli mi? Sürdüğümüz sahici bir ömür mü? Bunu soruşturmak için sonuçta herkes gibi olmayanlara yani öteki konumunda olanlara bakmak gerekiyor. Herkesleşmiş bir vaziyette ömür süren şu berikilerin ötekilere dikkat kesilmesi gerekiyor, evet. Ötekilerin tecrübelerini anlamaya çalışmaktan öğrenilecek çok şey var. Çünkü daha önce ifade ettiğim gibi onlar dünya ile başka bir biçimde ilişki kuruyorlar. Herkesin değer verdiği şeylere değer vermiyorlar. İbrahim Ethem tacı tahtı bırakıp derviş oluyor; bu çoğumuz için “delice bir şey” değil midir? Buradan öğreneceğimiz çok şey var yani. Bunu en iyi içine gömülü kaldığımız, soğrulduğumuz normalliğin dışına çıkabildiğimiz nadir anlarda anlarız. Mesela gündelik hayat içinde koşuşturmalarımız ölümle karşılaşınca anlamsız hale gelir. Ama tabiî bir müddet sonra gaflet yine bürür bizi ve oyuna geri döneriz. Dönmeyebiliriz de. Bu imkân her zaman var. Nadir bazı kimseler oyuna dönmeyi reddediyorlar nitekim. Hayatı müteyakkız bir şekilde ve derinlemesine anlamaya ve yaşamaya yöneliyorlar.
İmdi Allah’a giden yollar nefesler adedincedir denir. Öte yandan, tasavvufta belli usuller, belli konaklar, belli yordamlar vardır. Bu şu manaya geliyor ki bu yola girenler, bu usullere, konaklara, yordamlara uğruyor, buralardan geçiyorlar. Bunun da bir “rasyonalite”si var. Hatta, deliliğin de kendince bir “rasyonalite”si var. Yani delilik pür bir akıl-dışılık değildir hiçbir şekilde; evet, deliliğin de kendi içinde bir mantığı var ve çoğu zaman da bu mantığın belli bir derinliği var. Bir deliyle iletişime geçerseniz, geçebilirseniz onun belli sabiteleri olduğunu ve buradan hareketle cümleler kurduğunu fark edersiniz. Tekrarlarsak, delilik pür saçmalık değildir, ama başka türden yani kendine mahsus bir rasyonalite içerir.
Deliler ya da meczuplar bazı kademeleri atlayıp öbür tarafa geçebiliyorlar. İnsan için maksat nedir? Ev, araba, ün, makam, kariyer sahibi olmak mı yoksa mutlu olmak mıdır? Hiçbir şeye, kendine bile mâlik olmayan bir deli pekâlâ sizden daha mutlu olabilir! Bunların hiç birine sahip olmadan üstelik. Bu pekâlâ mümkündür. Onun dünyayla ve kendiyle ilişkisi kökten bir biçimde farklıdır zira. Aklın ve toplumun sınırlarından taşar deli. Bu taşmayla birlikte serazatlık ya da hafifleme gibi bir şey kendini gösterir. Akıl bağından ve toplum halinde yaşamanın dayattığı uylaşımsal bağlardan serbestleşmiş, azade olmuş, “hürleşmiştir” bu kişi. Evet, bir nevi hafifleme ve dolayısıyla “mutluluk” hâli. Ama bu “mutluluk” acılı ya da acıdan geçerek hâsıl olan bir mutluluktur çoğu durumda. Burada aklın ışığının nüfuz edemediği sancılı, alacakaranlık ve müphem bir süreçle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Peki ama bu “mutluluk” hakikatte ne manaya gelir? Gerçekte arzulanır bir şey midir? Burada size sunacak hazır bir cevabım yok. Ancak şu kadarını söyleyebilirim ki korunaklı sağduyu evreninde ya da salt mâkuliyet düzleminde kalarak bunu bilmek pek de mümkün gözükmüyor.
Peki ama seyr u sülûk ya da içsel yolculuk dediğimiz şey tasavvuf ile mi mukayyet? Kanaatim o ki tasavvuf dışı, hesaba katılabilir bir içsel yolculuk da vardır. İnsan hayatında olgunlaşma yönünde ilerleyebilir. Başına gelen felaketler, büyük deneyimler, sınır durumlar onu sarsabilir, uykusundan, gafletten uyandırabilir. Bunların sonucunda insan bir şekilde herkes gibi olmayı bırakmaya karar verebilir, böyle bir yola girebilir. Tasavvuftaki disiplin gerektiren özel bir seyr u sülûk ama onun dışında diğer insanlar için içsel bir yolculuk imkânı var olmalıdır. Bu yolculukta sanat insana yardımcı olabilir söz gelimi. Sanatta ve sanatla dünyaya nafiz nazarlarla bakma, giderek de dünyayla ilişkimizi kısmen de olsa değiştirme imkânına kavuşabiliriz. Ama dikkat: Sanat aynı zamanda bir oyun ve oyalanmaya dönüşebilir! Mevcut Durum’a düzünden veya tersinden eklemlenebilir! Sonra, tecerrüt, yakaza, riyazet, inziva, tezekkür, teemmül ve tefekkür de insana bu yolculukta yardımcı olabilir. Aşk kendinden çıkma çabasında insanı olgunlaştıran deneyimlerden başka biridir. Konumuz daha ziyade tasavvuf olduğu için ağırlıklı olarak delilik ile velilik arasındaki geçişlilikler üzerinde durduk. Tüm bunlar aslında das Man alanını delmek, Mevcut Durum’un ötesine geçmek, herkes olmaktan çıkmak ve belli bir kemali yakalamak çabası ile ilgili.
Daha az keskin deneyimler yaşayarak, daha az eksantrik davranarak da kemâl yolunda ilerleyebiliriz. Çoğu insanın durumu budur. Aşk, vecd, deha, delilik, velilik… bunlar uç ya da aşırı durumlardır ki herkese nasip olmaz! Aslına bakılırsa bunlar zorlu, ıstıraplı, tekinsiz süreçlerdir çoğunlukla. Ama insanların geneli için sahici bir kendiliğe sahip olma yolunda daha yavaş, daha az yoğun, hazmı daha kolay, dolayısıyla daha az keskin ve daha katlanılabilir süreçler vardır hergünkü donukluğu ya da gafleti giderebilecek. Nasip meselesi bir yana; bu, esasen yönelim ve arayış meselesidir! Gönlümüz neyle meşgul ve yönümüz nereye doğru? Belirleyici olan budur.
Son olarak, kendimizden çıkınca ne olacak? Kendimizden çıkıp kendi imkânlarımızın âlâsına varabiliriz. Kendinden çıkmak ya da en azından bunu göze almak, herkesleşmekten ya da sürüleşmekten kurtulmanın ve kendini gerçekleştirmenin, dolayısıyla da sahici bir kendiliğe vararak ferdiyetini duyumsamanın bir, belki de biricik yoludur. Yinelersek, burada kendinden çıkmak derken, üst bir kendilik katına geçmeyi yani kendilikte bir yenilenmeyi anlıyoruz daha ziyade.
Dışarı’yla, aşkın olanla, başka’yla irtibatsız bir şekilde kendinde mahsur kalmak, sınıfta kalmak gibi bir şey olmalı! Oysa insan olarak daha da ötesini arzulamalı ve sınıf atlamaya tâlip olmalı değil miyiz?
Kaynak: Tarihsel Serüvende İstanbul’un Meczupları ve Delileri, ed. F. Yıldız vd., Bağımsız Sanat Vakfı Yayını, İstanbul, 2019, ss. 62-79.